Bedenini, sınırlarına yaklaşan bir mükemmeliyette kullanan insanlara karşı her zaman bir hayranlık duymuşumdur. Konu bir ip cambazı da olabilir, bir aikido ustası da. Bir kaya tırmanıcısı da olabilir, bir jonglör de. Yaptığı şey ne olursa olsun, bedeniyle böyle mükemmel bir ilişki içindeki insanların her zaman söyleyecek bir sözleri ve sağlam bir duruşları vardır. Bazen birileri onları izlerken ne gerek var abi n’apıyor bu adamlar der. Başka biri çıkar soytarı diye geçiştirir. Ama gerçek görünenin ötesindedir. Onlar ezberimizi bozarlar, buğulu camımıza küçük bir pencere açarlar. Gökyüzünü işaret ederler ve sana özgürlüğünü hatırlatmak isterler. Sadece kafanı kumdan çıkarıp, gözünü açtığında mesajları alırsın.
İşte sizi tanıştırmak istediğim kişi o adamlardan bir tanesi. David Belle kimileri için bir film yıldızı sadece. Kimileri içinse yolundan yürünen bir üstat. Banlieue 13 filminde çatılarda koşan, duvardan duvara uçan, bir yerlere asılıp maymun misali metrelerce yükseklikten düşüp yoluna devam eden adam. (İki dakka dur yerinde, neden sürekli hareket halindesin diye sorarsan maymuna, dönüp sen neden hareket halinde değilsin der sana.) Bir ara hepimizi gaza getirip, bankların üstünden atlayıp, duvarla ağaç arasına sıkışıp kalmamıza sebep olan ( gerçek bu, o biliyor kendini ) Yamakasi filmindeki gençleri bu işle tanıştıran ve yol almalarını sağlayan üstat aynı zamanda kendisi.
1973 doğumlu David Belle 14 yaşına kadar Fransa’da, doğduğu Fecamp adlı kominde yaşamış. Dedesi bir itfaiyeciymiş ve ondan sürekli elinden geldiğinde insanlara yardım etmesi gerektiğini öğrenmiş. Hatta bir keresinde bir adam anahtarlarını evde unuttu diye ikinci kata tırmanmış. Küçük yaşlarda atletizme ve jimnastiğe ilgi duymuş. Daha sonra belki de yaşadığı ortamda ihtiyaçlarına cevap vererek çeşitli savaş sanatlarıyla ilgilenmiş. Bazı kung fu dereceleri olduğunu biliyoruz ama tam olarak neler yapmış orası meçhul. Ama şu kesin ki yaşamını kısıtlayan şartlar, içinde olduğu küçük alan, onun hızlı kalbini nasıl sıktıysa, öyle bir harekete geçmiş ki adam hala duramamış. Koşmuş da koşmuş. Sonra bunu görenler peşine takılmış, onlar da koşmuş ve işte daha sonradan yamakasi olarak bilinecek olan ekip böylece bir araya gelmiş.
Yaptıkları işe Le Parkuar demişler. Ormanda, orman bulamadıklarında şehir ormanının antenli çatılarında, her yerde koşmuşlar. Onların parkurları kurallarla ya da yasalarla çizilmemiş. Sadece hız, kontrol, uyum ve denge belirlemiş parkurları. “Parkur antreman yapmanın bir yöntemidir” diyor Belle, “şehirde ve doğada karşılaştığımız engelleri kolayca aşmamızı sağlar. Gizli bir silahtır. Antremana çıkarız ve karşımıza bir sorun çıktığında yeteneklerimizi kullanabileceğimizi biliriz. Bu bir dövüş sanatı olabilir, kaçmak için ya da birine yardım etmek için kullanılabilir. Ben inanıyorum ki parkurun bize verdiği sonuç hayatta tamamen serbest olmaktır. Ve kendine, ben bu mesafeyi aşamam yeterince gücüm yok ama her gün çalışacağım, gece gündüz 50 kere atlayacağım ve bir aya kalmaz başaracağım diyebilmektir. İşte bu kendini bilmektir. Kendine hedefler koymak ve onlara ulaşmak… Çünkü hedeflerimiz yoksa rüzgarın içinde boşuna süzülürüz ve neden hareket ettiğimizi bilmeyiz.” diyor ve anlatmaya devam ediyor üstat ;
“Şehir parkurunun ilginç yanı, insanların aslında parkur için yapılmamış şeylerin üzerinde hareket etmeleridir. Merdiven parmaklıklarını ya da karşıdaki duvarı yapan kişiler, tamam şuradan zıplayacak buraya tutunacak, mesafe güzel oldu demediler. Onlar sadece yaptılar, biz de gelip yolunu bulduk. Bir oyun gibi, toplumun bir oyunu, her yerden küçük bir eklenti. Dikkatlice bakıp neyin mümkün neyin olmadığını görürsün ve ne kadar dikkatli bakarsan o kadar az riske girersin. Bir sanat üzerinde çalıştığında ister istemez farklı şeyler üzerinde etki yaratır ve hayat hakkında daha fazla şeyi anlamanı sağlar. Hayatla senin arandaki ortak noktayı, kendi dozunu anlarsın, çünkü aşırıya kaçmak ölümcüldür. Dedem bana yeteneklerini kullan onları taciz etme derdi. Şimdi anladım ne demek istediğini. Her zaman delilik yapamazsın. Vücudunla devamlı bu şekilde oynayamazsın. Bazı zamanlarda kurallara uymak zorundasın. Fizik kuralları var, korkmuyorum diyebilirsin ama 10 metreden de atlayamazsın. Bir çeşit antremanı takip edip ona uymak zorundasın. Ve antreman yaptıkça kendine iyi hissediyorum sınırlarımı aşabilirim dersin. Önemli olan sınırlarını aşmak için kendini ne kadar zorlayacağını bilmektir. Babam bana her zaman yaptığım şeyde dikkatli olmamı söylerdi, asla atla çocuğum birşey olmaz yapabilirsin demedi. Kendi çocuğunu yüksek bir yerden atlarken soğuk kanlılıkla izlemek zor birşey. Ona çok şey borçluyum. Şimdilerde ise hep gördüğüm dikkat et bir tarafını sakatlayacaksın söylemleri. Korku sonraki kuşaklara devrediliyor. Cesaretli olmayı yada korkmayı öğretebiliriz. Şimdi ise tüm toplum korkuyor. Herkes kapısına çift kilit takıyor. Herkes stres altında. Böyle devam edersek insanlara nasıl güveneceğiz? Bugün yeni nesil bunları toplumdan öğreniyor ve kendilerine olan güvenleri de az oluyor. Bu insanlar geleceğin ana babaları. Parkur yapmış insanlar bu gerçekleri anlayacaklar ve çocuklarına aktaracaklar. Diğerleri ise hala dur yapma düşeceksin, ceketini giy hastalanırsın diye devam edecekler. Kendimizi eve kapatalım daha iyi. Bu durumda bizden hiç birşey olmaz. Hayat dışarıda. İki kolumuz iki bacağımız varsa bu onları kullanmamız ve öğrenmemiz içindir.”
“Önemli olan savunduğun nedenin arkasında güçlü durabilmektir. Fiziksel olarak bir kavgayı kaybetsen bile, eğer amacında haklıysan ve düşüncen doğruysa fikrini kimse değiştiremez. Yoluna devam edersin. Parkurda kendine zarar verebilirsin, ne istiyorsan yapabilirsin. Ben bile düşüp kendimi yaralayabilirim ama ben her zaman düşündüklerimin doğru olduğunu inanıp değer vereceğim. Bu anlamda parkur savaş sanatlarına benziyor. Bir tekniği başarana kadar gönüllüce devamlı tekrar etmek. Felsefeleri birbirine çok benziyor. Karşındaki rakibi takip ederek kullanacağın tekniği değiştirebilirsin. Aynı şekilde parkurda da buradan atlayacağım şuraya tutunacağım, kayarsam n’olacak, şurası varmış oraya tutunurum diye hızla hesaplarsın. Ve ikisi de sana dikkatli ve akıllıca davranmayı öğretir.”
Bu noktada Belle’ye ara verip şu videoyu izlemenizi tavsiye ederim. Abimizin hayat görüşü hakkında biraz daha fikir sahibi olup yola devam edelim; düşmenin en iyi kısmı yeniden ayağa kalkmaktır.
“Mesela sürekli savaş sanatları tekniklerini çalışan bir adam bir gün bir belaya bulaşır. Karşısındaki adam cüzdanını vermezse çok fena pataklayacaktır onu. Adamımız birden paniğe kapılır. Herşeyi unutur. O zaman ona bağırmak istersin, ee hadi bütün sene neredeydin bunun için çalışmadın mı? Evet ama şimdi yapamıyorsun. O zaman hepsi çöp bunların, boşuna çalışmışsın. Antremana çıktığında böyle bir çalışma olması gerekiyor ki gerçekten bir şey olduğunda harekete geçebilesin. Gerçek şartlara uygun şekilde çalıştığında buna alışırsın ve birgün başına geldiğinde hiçbir değişim yaşamazsın. O anda da korku hep oradadır ama yerini cesaret ve güvene bırakır. Çoğu zaman yumuşak şartlarda çalışırsın, bazen boks eldiveniyle bir yumruk yersin ve işte yumruk yemek böyle birşeymiş dersin. Ama hayır, kafatasına eldivensiz kemiklerin çarpmasıyla hiçbir alakası yoktur bunun. Hayatında hiç yumruk yemediysen şok halinde nerede olduğundan habersiz kalmanın nasıl birşey olduğunu anlayamazsın. Bazen insanlar ben parkuru denedim ve ayağımı burktum çok tehlikeli vazgeçtim diyorlar. Sen bunu zaten işin başında biliyordun, sadece ona göre davranmadın. Sorun parkurda ya da uğraştığın savaş sanatında değil. Tek sorun yaptığın şeyin farkında olmaman. Aslından evinden çıktığın anda dışarıda metroda her yerde tehlikede olabilirsin. Her an birşeylerin ortasında kalabilirsin. Bunu anlamalısın, orada olmak istemeyebilirsin ama vakti geldiğinde olabilmelisin. Bundan kaçış yok. Şimdi yapmak istediğini yap, dilediğin hayatını yaşa ve korku içinde yaşamaktan vazgeç. Tehlikeli diye araba almayan adama araba çarpıyor, kapısına iki kilit takan adamın evi gaz kaçağından havaya uçabiliyor. Tehlikeden ve riskten kaçarak kendini koruyamazsın çünkü hayatın kendisi bir risk. İnsanlarla konuştuğunda, birisiyle tanışıp güvendiğinde her zaman riske giriyorsun. Hayatın hilesi bunun farkında olup bilerek yaşamaktır.”
Şimdiler de ise parkurcular ya da diğer isimleriyle serbest koşucular, reklam filmlerinden sinemaya her yerde görülebiliyorlar. Fransa’dan çoktan taşmışlar, birçok ülkede gruplar oluşmuş. David Belle ya da onun deneyimli öğrencileri de ülke ülke gezip dersler, seminerler verir olmuşlar.
Bu yazıda Belle’nin anlattıklarını yerli gruplardan birinin sayfasında Belle ile yapılan röportajdan toparladım. Dostlara selam olsun, atlayışları uzun olsun.
Bu yazıyı ilk olarak Prensese Mektuplar’da yayınlamıştım.