Gezegenimizde Bir Yaşam belgeseli, gezegenimizin hayatının geçmişini, bugününü, geleceğindeki ihtimalleri anlatıyor. Belgesel sayesinde kavrayabildiklerim beni çok derinden etkiledi. İklim değişikliği gibi anlaşılması zor bir kavram karşısında çaresiz olmadığımızı gördüm. Gördüm ki dünyaya can katabiliriz. Öyle büyük büyük değişiklikler değilmiş meğer yapılması gerekenler. İzlediğim gibi herkese anlatmak istedim David Attenborough’un tanıklık ifadem dediği bu belgeseli.
David Attenborough, bir belgeselci; farkındalık yaratmak için ülke ülke gezen, 93 yaşında bir güzel jedi şövalyesi (Master Yoda da diyebiliriz sanki*). İstiyor ki bırakalım öğrenilmiş çaresizliğimizi görelim, yapacak çok işimiz var. Birbirimiz için ve geleceğimiz için. Hepimizin farkında olması gereken bir durum var. Hepimiz duyuyoruz iklim değişikliği, sürdürülebilir yaşam gibi kavramları. Tüm bu kavramların çevrecilerin hayalci dünyalarının abartılı yorumları olarak görülmesi, durumun ciddiyetinin şuursuzluğundan kaynaklanıyor. Şu anki yaşam tarzlarımızı sürdürürsek eğer, çocuklarımız değil kendimiz de dünyanın öldüğüne tanıklık ederken yokluk ve zorluk içinde olacağız. Kendi yaşam alanımızı, bugünkü yaşam şeklimizle biz öldürüyoruz. Sen, ben, başta hükümetler, güç sahipleri, masumlar, zalimler, hepimiz bu ölümden sorumluyken bu ölüme seyirci olacak kadar bile farkında değiliz olan bitenin. Ve değişim hızlı bir biçimde ortaya çıkacak. Tek bir kişinin yaşam biçimini değiştirmesiyle bir fark yaratılmaz tabi ki ama farkındalıklar çoğalırsa eğer, durumun ciddiyetinin ne kadar çok farkına varabilirsek birlikte hareket etme şansımız olur. Bir gün Greta gibi Amerikan başkanının karşısına çıkıp hesap sorarken bulabilirsiniz kendinizi mesela. Bilinçlenirsek karamsarlaşmayız, mücadele ederiz. Dünyanın ölümüne giden bu yolda, içinde yaşayan bizler çaresiz değiliz, aksine onu hayata döndürebiliriz. Nasıl ki bu hale getiren biziz, kurtarmak da ona borcumuz. Hem neden yapmayalım ki?
Sonrasında sözü beni bu düşüncelere salan David Attenborough’a bırakıyorum. Belgeselde David Attenborough’un anlattıklarının deşifresinin bir bölümü şu şekilde:
Ukrayna’daki bu şehir eskiden yaklaşık 50.000 kişinin yuvasıydı. Rahat bir hayat için bir topluma gereken her şey vardı. Ama 26 Nisan 1986’da birdenbire yaşanamaz hâle geldi. Yakındaki Çernobil nükleer enerji santrali patladı. 48 saatten kısa bir süre içinde de şehir boşaltıldı. O zamandan beri burada kimse yaşamıyor. Patlamanın sebebi kötü planlama ve insan hatasıydı. Hataları Tüm Avrupa’yı etkisi altına alan bir çevre felaketini tetikledi. Birçok insana göre insanlık tarihini bedeli en ağır olan felaketiydi.
Ama Çernobil tek bir olaydı. Çağımızın asıl trajedisi, neredeyse hiç fark edilmeden günden güne dünya çapında büyümeye devam ediyor.
Gezegenimizdeki tabiat alanlarının, biyoçeşitliliğin kaybolmasından bahsediyorum.
Yaşayan dünya eşsiz ve muhteşem bir mucize. Çeşitleri ve zenginlikleriyle göz kamaştıran milyonlarca bitki ve hayvan türünden milyarlarca birey güneşin enerjisinden ve toprağın minerallerinden faydalanmak için iş birliği yapıyor, birbirlerinin hayatını devam ettirecek şekilde iç içe bir yaşam sürüyorlar. Bizlerin hayatı, bu hassas ayarlı yaşam destek ünitesine bağlı ve bu ünitenin de düzgün çalışması biyo-çeşitliliğe bağlı.
Fakat biz insanların Dünya’daki mevcut yaşam biçimi biyo-çeşitliliği azalışa sürüklüyor. Bu da yine kötü planlama ve insan hatası yüzünden oluyor ve bu da yine burada gördüğümüz şeylere yol açacak.
İçinde yaşayamayacağımız bir yer.
Doğal yaşam bozuluyor. Kanıtlar her yerde. Benim yaşadığım süre içinde oldu. Kendi gözlerimle gördüm. Bu film benim tanıklık ifadem ve gelecek vizyonumdur.
Gelmiş geçmiş en büyük hatamızı nasıl yaptığımızın ve şimdi harekete geçersek nasıl düzeltebileceğimizin hikâyesidir.
Ağaçların kesiliyor, kesilen ağaçların kereste yapılıyor ve geride kalan arazi de tarımda kullanılıyor.
Dünya genelinde üç trilyon ağaç kesildiğinden dünyadaki yağmur ormanlarının yarısı bu yüzden dümdüz hale gelmiş durumda ve ağaçların kesilmesini sonsuza dek sürdüremeyiz. Çünkü sonsuza dek yapamayacağımız hiçbir şey de tanım gereği sürdürülebilir değildir. Sürdürülemez şeyler yaparsak verdiğimiz hasarlar çoğalır ve sonunda tüm sistem çökecek raddeye gelir. Ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir ekosistem güvenli değildir. Okyanus kadar büyük olanı bile.
Çok geniş bir alana yayılmasından ötürü okyanus büyük ölçüde boştur. Ama bazı yerlerde, akıntıların besinleri yüzeye taşıdığı ve bir yaşam patlaması tetiklediği sıcak noktalar vardır. Büyük balık sürüleri böyle yerlerde toplanır. Sorun şu ki balıkçı filolarımız da o sıcak noktaları bulmada balıklar kadar iyi. Bulunca da yoğunlaşmış sürüleri kolayca toplayabiliyorlar. Büyük filolar dünya çapındaki okyanuslarda balık avlamak için ilk defa 50’li yıllarda uluslararası sulara açıldılar. Buna rağmen denizlerdeki büyük balıkların yüzde 90’ını bitirdiler. Başta ağlarına çok balık takıldı. Ama sadece birkaç yıl içinde dünyanın dört bir yanında ağlar boş geliyordu. Balıkçılık süratli bir şekilde o kadar zayıfladı ki ülkeler endüstriyi ayakta tutmak için filoları sübvanse etmeye başladı.
Büyük balıklar ve diğer deniz yırtıcıları olmadan okyanustaki besin döngüsü sekteye uğrar. Yırtıcılar okyanusun güneşli sularında besin olmasına yardımcı olur, planktonlar kullanabilsin diye besinlerin geri dönüşümünü sağlarlar. Yırtıcılar olmadan besinler okyanusların derinlerinde asırlarca kaybolur ve sıcak noktalar azalmaya başlar. Okyanus ölmeye başlar.
Okyanus hayatı sığlıklarda da kötüye gidiyordu. Blue Planet’ın film ekibi 1998’de o zamanlar az bilinen bir olaya rastladı. Mercan resifleri beyazlaşıyordu. Beyaz renk, mercanların üzerlerinde simbiyotik olarak yaşayan algleri dışarı atmasıyla ortaya çıkar. Bunu ilk gördüğünüzde belki güzel sanıyorsunuz ve birden trajedinin farkına varıyorsunuz çünkü gördüğünüz şey aslında iskelet. Ölü yaratıkların iskeletleri. Beyaz mercanlar en sonunda yosunlar tarafından boğuluyor ve resifler, harikalar diyarından çöle dönüyor. Beyazlaşmanın sebebi başta bilinmiyordu. Ama bilim insanları, beyazlaşmanın gerçekleştiği çoğu vakada okyanusun ısındığını keşfetmeye başladı. Biz fosil yakıtlar kullanıp atmosfere karbondioksit ve diğer sera gazlarını salarken, bilim insanları da uzun bir süre gezegenin ısınacağı konusunda uyarılarda bulunmuştu. Atmosferdeki karbonda ciddi bir değişim stabil bir Dünya ile her zaman uyumsuz olmuştur.
Bu, beş toplu yok oluşun ortak özelliğiydi.
Önceki olaylarda felaketi tetikleyecek gerekli karbonu çıkarmak için milyon yıllık volkanik aktivite gerekmişti. Milyonlarca yıllık canlı organizmaları tek seferde kömür ve petrol olarak yakarak biz bunu 200 yıldan az sürede başardık. Küresel hava sıcaklığı 90’lara kadar nispeten sabitti ama şimdi ortaya çıktı ki bunun sebebi okyanusun aşırı ısıyı emerek, bizim etkimizi maskelemesiydi. Bana göre Dünya’nın dengesini kaybetmeye başladığının ilk göstergesi buydu.
En uzak yaşam alanı gezegenin en uç kuzey ve güneyinde yer alıyor. Onlarca yıl içinde kutup bölgelerini ziyaret ettim. Benim zamanımda kutup yazlarının ısınmasını gördüm. Kocaman deniz buzları bulmayı beklediğimiz yerlere gittik ama hiçbir şey bulamadık. Daima buzla çevrili olduğu için geçmişte ulaşılamaz olan adalara tekneyle seyahat etmeyi başardık. Kutuplar Atlası 2011’de yayına girdiğinde bu değişimlerin sebebi tamamen belli olmuştu. Okyanus uzun zamandan beri faaliyetlerimizin neden olduğu aşırı ısıyı ememiyor. Sonuç olarak da bugün dünyadaki ortalama sıcaklık doğduğum zamankinden bir santigrat derece daha sıcak.
Son on bin yıldaki en hızlı değişim. Kuzey Kutbu’ndaki yazlık deniz buzu 40 yılda yüzde 40 azaldı. Gezegenimiz buzunu kaybediyor. Bu en bozulmamış, en uzak ekosistemler, felakete doğru gidiyor. İzimiz artık tamamen küresel. Etkimiz artık çok derin. Gezegene şuursuzca saldırmamız canlılar âleminin temellerini sonunda değiştirmeye başladı. Balık türlerinin yüzde 30’unu gereğinden fazla avlayarak kritik seviyelere çektik. Her yıl 15 milyardan fazla ağaç kesiyoruz. Barajlar yaparak, nehirleri ve gölleri kirleterek ya da kurutarak temiz su kaynaklarını yüzde 80 oranında azalttık.
Vahşi doğayı evcil doğayla değiştiriyoruz. Dünyadaki bereketli toprakların yarısı artık tarım arazisi. Bu gezegendeki kuş kütlesinin yüzde 70’i evcil kuşlar. En büyük çoğunluk tavuklar. Dünyadaki memeli kütlesinin üçte birinden fazlasını oluşturuyoruz. Yüzde 60’ı da yemek için yetiştirdiğimiz hayvanlar. Faresinden balinasına geri kalanlar da sadece yüzde dördünü oluşturuyor. Bu artık bizim gezegenimiz. İnsanoğlu için insanoğlu tarafından yönetiliyor. Canlılar âleminin geri kalanı için çok bir şey kalmadı.
1950’lerde çekim yapmaya başladığımdan beri vahşi hayvan nüfusları ortalama olarak yarının altına indi. Yani dünya eskisi gibi yabani değil. Onu yok ettik. Sadece mahvetmedik. Yani dünyayı tamamen… yok ettik. İnsan olmayan dünya gitti. İnsanlar dünyayı ele geçirdi. Bu film benim tanıklık ifadem. Tek bir ömürlük süre içindeki küresel gerilemenin hikâyesi bu kadarla da bitmiyor. Şu anki rotamızda devam edersek benim ömrümde gördüğüm hasar gelecekteki hasarın âdeta gölgesinde kalacak ve şunlara şahit olacaktım:
2030’lar
Amazon yağmur ormanı, yeterince nem üretemeyene dek kesilecek, kuru bir çayıra dönüşecek, muazzam bir tür kaybına sebep olacak ve küresel su döngüsünü değiştirecek. Aynı zamanda kutuplar yazın buzsuz olacak. Beyaz buz örtüsü olmadan güneş enerjisinin daha azı uzaya geri yansıyacak ve küresel ısınma hızı artacak.
2040’lar
Kuzey boyunca donmuş toprakların çözünmesiyle karbondioksitten kat kat daha güçlü olan sera gazı salınacak ve iklim değişikliği büyük hız kazanacak.
2050’ler
Okyanus ısınmaya devam ederek asidik hâle geldikçe dünyanın dört bir yanındaki mercan resifleri ölecek. Balık nüfusları çökecek.
2080’ler
Aşırı kullanım yüzünden toprakların tükenmesiyle küresel gıda üretiminde kriz yaşanacak. Tozlaşmayı sağlayan böcekler yok olacak ve hava giderek daha da tutarsız olacak.
2100’ler
Gezegenimiz dört santigrat derece daha sıcak olacak. Dünyanın büyük kısımları yaşama elverişli olmayacak. Milyonlarca insan evsiz kalacak.
Altıncı kitlesel yok oluş çoktan başladı bile.
Karşı karşıya olduğumuz şey canlılar âleminin çöküşünden başka bir şey değil. Medeniyetimizi doğuran, hayatımızın her bir unsurunun bağlı olduğu şey bu. Kimse bunun olmasını istemez. Hiçbirimiz bunun olmasını göze alamayız.
Peki ne yapacağız?
Cevap oldukça açık. En başından beri gözümüzün önünde duruyordu. Gezegenimizin dengesini geri getirmek için bizim ortadan kaldırdığımız biyolojik çeşitliliğini geri kazandırmalıyız. Bu krizden çıkmanın tek yolu bu. Vahşi doğayı geri getirmeliyiz. Dünyayı yeniden inşa etmek düşündüğünüzden daha basit ve yapmamız gereken değişiklikler sadece kendimize ve gelecek nesillere fayda sağlayacak. Bundan bir asır sonra gezegenimiz yine vahşi bir yer olabilir.
Dünyadaki tüm diğer türler, bir süre sonra maksimum nüfusa ulaşır. Bu, müsait doğal kaynaklarla sürdürülebilecek bir rakamdır. Bir engelemiz yok, o yüzden popülasyonumuz ben kendimi bildim bileli büyüyor. Şu anki tahminlerle 2100’e kadar dünyada 11 milyar insan olacak. Ama bu noktaya ulaşmadan önce nüfus büyümesini yavaşlatmak, hatta durdurmak mümkün.
Japonya’nın yaşam standardı, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında hızla yükseldi. Sağlık ve eğitim geliştikçe insanların beklenti ve fırsatları da büyüdü ve doğum oranı düştü. 1950’de bir Japon ailesinin genelde üç veya daha fazla çocuğu olurdu. 1975’te ortalama iki oldu. Sonuç olarak nüfus artık sabitlendi ve 2000’den beri neredeyse hiç değişmedi. Bunun tüm dünyada başladığına dair işaretler var. Dünyadaki uluslar geliştikçe insanlar daha az çocuk yapıyor. Her yıl dünya çapında doğan çocukların sayısı düşmek üzere.
Nüfusun hâlâ büyümesinin en önemli nedeni çoğumuzun daha uzun yaşaması. Gelecekte bir noktada insan nüfusu ilk zirvesini yapacak. Bu ne kadar erken olursa yapmamız gereken diğer işler o kadar kolaylaşır. İnsanları yoksulluktan kurtarmak için çok çalışarak, sağlık hizmetlerine erişim vererek ve özellikle kızlara mümkün olduğunca okulda kalma fırsatı vererek bu zirveyi daha erken ve düşük bir seviyede yakalayabiliriz. Bunları neden yapmak istemeyelim ki?
İnsanlara daha büyük bir yaşam fırsatı vermek yapmak istediğimiz şey zaten. İşin püf noktası dünyadaki etkimizi artırmadan yine o dünyadaki yaşam standartlarını yükseltmek.
Kulağa imkânsız gelebilir ama bunu yapabilmemizin yolları var. Canlılar dünyası aslında güneş enerjisiyle çalışıyor. Dünya’nın bitkileri her gün üç trilyon kilovat saatlik güneş enerjisi yakalar. Bu, ihtiyacımız olan enerjinin neredeyse 20 katı. Hem de sadece güneş ışığından. Fosil yakıtları yok edip dünyamızı güneş, rüzgâr, su ve jeotermal gibi doğanın ebedî enerjileriyle idare ettiğimizi düşünün.
Yüzyılın başında Fas, enerjisinin neredeyse tamamı için ithal petrol ve gaza güveniyordu. Bugün, dünyadaki en büyük güneş enerjisi çiftliği dâhil olmak üzere, yenilenebilir enerji santralleri ağıyla ihtiyacının yüzde 40’ını yurt içinde üretiyor. Sahra’nın kenarında oturan ve doğrudan Güney Avrupa’ya bağlanan Fas, 2050’de güneş enerjisi ihracatçısı konumuna gelebilir. Yenilenebilir enerjilerin 20 yıl içinde dünyanın ana güç kaynağı olacağı tahmin ediliyor. Ama onları tek kaynak da yapabiliriz. Bankalarımızın ve emeklilik fonlarımızın fosil yakıta yatırım yapmaları çılgınlık. Yatırım yaptığımız geleceği bunlar tehlikeye atıyor çünkü. Yenilenebilir bir geleceğin bir sürü faydası olur. Enerji her yerde daha hesaplı olur, şehirlerimiz daha temiz ve sessiz olur ve yenilenebilir enerji asla tükenmez.
Canlılar âlemi sağlıklı bir okyanus olmadan yaşayamaz. Biz de öyle. Atmosferdeki karbonu azaltma savaşımızda en büyük müttfeğimiz okyanus. Çeşitliliği ne kadar çok olursa işini o kadar iyi yapar. Ve tabii okyanus, besin kaynağı olarak da hepimiz için önemli. Balıkçılık, dünyanın en büyük yabani hasadıdır ve bunu doğru yaparsak devam da edebilir çünkü ortada iki taraf için de kazanç var. Deniz habitatı ne kadar sağlıklı olursa o kadar çok balık ve yiyecek olur.
Palau bir Pasifik adası ülkesi, balık ve turizm için mercan resiflerine muhtaç. Balık stokları azalmaya başlayınca Palaulular balık avını kısıtlayarak ve birçok bölgede balık tutmayı yasaklayarak tepki verdi. Korunmuş balık popülasyonları çok geçmeden öyle sağlıklı oldu ki balık tutmaya açık alanlara taştılar. Sonuç olarak balıksız bölgeler yerel balıkçıların avını artırırken aynı zamanda resiflerin de iyileşmesine izin verildi. Tüm dünyada benzer bir yaklaşım izlediğimizi düşünün. Tahminler, kıyılarımızın üçte birine balık yasağı gelmesinin ebediyen ihtiyacımız olacak balığı bize sağlamaya yeteceğini gösteriyor. BM uluslararası sularda gelmiş geçmiş en büyük balık yasağı bölgesini oluşturmaya çalışıyor. Okyanus tek bir karar ile sübvanse edilmiş balıkçı filolarının tükettiği bir yer olmaktan çıkıp iklim değişikliğiyle mücadelede bize yardım edecek olan vahşi doğanın bir parçası hâline gelecektir. Dünyanın en büyük vahşi yaşam alanı.
Konu karaya gelince…
Tarımda kullandığımız alanı ciddi oranda düşürmeliyiz. Böylece geri gelecek vahşi doğaya yer açabiliriz ve bunu yapmanın en hızlı ve en etkili yolu da yeme alışkanlığımızı değiştirmek. Büyük etoburlar doğada nadirdir çünkü her birini ayakta tutmak için çok av gerekir. Serengeti’deki her avcı için 100’den fazla av hayvanı var. Ne zaman yemek için bir et parçası seçsek, biz de farkında olmadan büyük bir arazi talep ediyoruz. Gezegen milyarlarca büyük et yiyiciyi destekleyemez. Yeterince arazi yok. Hepimizin büyük ölçüde sebzeye dayalı bir diyeti olsaydı şu anda kullandığımız arazinin sadece yarısına ihtiyacımız olurdu. Ve o zaman kendimizi bitki yetiştirmeye adadığımız için bu arazinin verimini önemli ölçüde artırabilirdik.
Hollanda, dünyanın en yoğun nüfuslu ülkelerinden biri. Genişleyecek alanı olmayan küçük aile çiftlikleriyle kaplı. Bu yüzden Hollandalı çiftçiler her hektardan en iyi şekilde faydalanma konusunda uzman oldu. İki kuşaktır sürdürülebilir tarım yaparak verimi on kat artırıyor, aynı zamanda da daha az su, daha az böcek ilacı ve daha az gübre kullanıyor, daha az karbon yayıyorlar. Büyüklüğüne rağmen Hollanda dünyanın gıda ihracatı yapan en büyük ikinci ülkesi. Çok daha az topraktan çok daha fazla gıda üretebilmek için hem düşük teknoloji hem de yüksek teknoloji çözümlerini uygulamamız tamamen mümkün. Yeni yerlerde yemek üretmeye başlayabiliriz. Şehir içinde, kapalı alanlarda. Hiç toprak olmayan yerlerde bile. Çiftçilik yaklaşımımızı geliştirirken tarıma başladığımızdan beri yaptığımız arazi işgalimizi tersine çevirmeye başlayacağız.
Bu çok önemli çünkü o boş araziye acil ihtiyacımız var. Ormanlar, gezegenimizin toparlanmasının temel bir parçası. Onlar karbonu tutmak için doğanın elindeki en iyi teknoloji ve de biyolojik çeşitliliğin merkezleri. Bu iki özellik yine birlikte çalışıyor. Ormanlar ne kadar yabani ve çeşitli olursa atmosferden karbon emme konusunda o kadar etkili olurlar. Derhâl her yerde orman kesimini durdurmalıyız ve palm yağıyla soya gibi ürünleri sadece uzun zaman önce kesilmiş orman arazilerinde yetiştirmeliyiz. Sonuçta öyle bir sürü arazi var. Ama bundan daha iyisini yapabiliriz.
Bir asır önce Kosta Rika’nın dörtte üçünden fazlası ormanla kaplıydı. 1980’lere gelindiğinde kontrolsüz odunculuk bunu dörtte birine indirmişti. Hükümet acil harekete geçmeye karar verdi ve yerli ağaçların dikimi için toprak sahiplerine hibe yardımı yaptı. Orman, sadece 25 yılda Kosta Rika’nın yarısını tekrar ele geçirmek üzere geri döndü. Bunu küresel çapta başardığımızı hayal edin. Ağaçların dönüşü, bugüne kadarki faaliyetlerimizle atmosfere salınan karbonun üçte ikisini emer.
Bunca şeyin yanında ağır basan tek bir temel prensip vardır. Doğa bizim en büyük müttefikimiz ve en büyük ilham kaynağımız. Doğanın her zaman yaptığını yapmalıyız. Doğa, hayatın sırrını uzun süre önce çözdü. Bu dünyada bir tür ancak etrafındaki diğer her şey büyüdükçe gelişebilir. Karşı karşıya olduğumuz sorunları bu gerçeği benimseyerek çözebiliriz. Biz doğaya sahip çıkarsak doğa da bize sahip çıkar. Artık türümüzün sadece büyümeyi bırakıp gezegenimizde doğa ile uyumlu bir hayat kurma, gelişmeye başlama vakti geldi. Aslına bakarsanız bir yolculuğu tamamlıyoruz. On bin yıl önce, avcı-toplayıcılar olarak, sürdürülebilir bir hayat yaşıyorduk çünkü tek seçenek buydu. Bunca yıldan sonra yine tek seçenek bu. Sürdürülebilir olmayı, doğadan ayrı olmaktan çıkıp yeniden doğanın parçası olmayı tekrar keşfetmeliyiz.
Bu gece sizin için farklı bir programımız var.
Dünya’daki yaşam şeklimizi değiştirebilirsek önümüze alternatif bir gelecek çıkar. Bu gelecekte vahşi doğayı engellemek yerine ona yardım etmenin, arazilerimizden faydalanmanın yollarını buluyoruz. Denizlerimizin hızla canlanabileceği şekilde balık tutma yollarını. Ormanlarımızdan sürdürülebilir şekilde faydalanmanın yollarını. Nihayet doğaya karşı değil, doğayla birlikte çalışmayı öğreneceğiz.
Nihayet, bir ömür boyu canlılar âlemini keşfettikten sonra bir şeyden eminim. Mesele gezegenimizi kurtarmak değil. Mesele kendimizi kurtarmak. Gerçek şu ki, bizimle veya biz olmadan doğal dünya kendini yeniden inşa edecek. Çernobil’in tahliyesinden bu yana geçen 30 yılda vahşi doğa boş bulduğu yeri doldurmuş. Bugün, orman şehri ele geçirmiş. Burası başka yerlerde çok nadir bulunan yabani hayvanlar için bir sığınak ve hatalarımız ne kadar vahim olursa olsun doğanın bunları düzelteceğini gösteren güçlü bir kanıt olmuş.
Canlılar dünyası ayakta kalacak. Biz insanlar aynı beklentiye kapılamayız. Buraya kadar geldik çünkü bizler yaşamış en zeki yaratıklarız. Ama devam etmek için bize zekâdan fazlası gerekiyor. Bize bilgelik gerekiyor. İnsanlar ve dünyadaki diğer türler arasında bir sürü fark var ama bir tek bize mahsus olanı şu, bizler geleceği hayal edebiliyoruz. Ben ve belki siz de uzun zaman o geleceği kötü gördük ama artık durumun o kadar vahim olmadığı ortaya çıkıyor. Hatamızı telafi etmek, gelişim yolculuğumuzu tamamlamak, etkimizi yönetmek ve yeniden doğa ile uyumlu bir tür hâline gelmek için elimizde fırsat var. Bize tek gereken şey bunu yapma iradesi. Artık kendimiz için mükemmel bir ev yaratıp miras aldığımız zengin, sağlıklı ve harika dünyayı yeniden kurma fırsatımız var.
Bunu bir hayal edin.
David Attenborough
Okuduklarınızdan etkilendiyseniz, siz hele bir de belgeseli izleyin. 93 yaşında bir belgeselcinin tanıklık ifadem diye yayınladığı bir belgesel nasıl olabilir? 70 yıllık tecrübe ve koca bir hayat dersi. Ahalimiz duysun, bilsin, vesile olsun..
*Star Wars izlemeyenler için: Filmde aydınlık ve karanlık taraf vardır. Jedi şövalyeleri aydınlık tarafın savaşçılarıdır. Master Yoda da jedi’ların ustasıdır. Star Wars izleyiniz :)