İnsanın hayatında dönüm noktaları vardır. Benim dönüm noktalarımdan biri genç bir yaşta Türkiye dışına çıkmamla oldu. Sudan çıkmış planktonun ya da bir algın evrimleşip yeryüzüne uyum sağlaması kadar gerçek ve bir o kadar da ütopik görünüyor bu dönüm noktası, bulunduğum yerden hayatıma baktığımda. Genç yaşta olmanın verdiği merakla, emiyor, sömürüyor sanki algılarım her ince detayı.
Nerede kalmıştık, hah! Kaplumbağa kardeş beni havaalanından alıp bisikletinin arkasına attı ve yola koyulduk eve doğru. Aklımda kaydedilmiş fotoğraf kareleri beliriyor bu cümleleri yazarken ve tatlı bir ezgiyle mırıldanıyorum bisikletin arkasındaki o ilk seyahatimi. Dilimdeki melodi mutluluktan buğulanmış. Kayan kuyruklu yıldızı fotoğraflamışçasına hareketli gözümün önüne gelen kare zihnimde. Rüzgarı hala yüzümde hissediyorum. O kadar kazımışım o eski, soluk, yeşil bisikletin arkasında havaalanından kalacağım eve giderkenki yolculuğu. O kadar mutluyum ki…
Sabah yepyeni bir güne uyanmıştım hayatımda. Nerede olduğumu algılamam zaman aldı. Kocaman mobilyaların olduğu bir odaya açtım gözlerimi. Hollandalılar kocaman insanlardı. Evde kendimi devler ülkesine ziyarete gitmiş bir orman cücesi gibi hissediyordum. Ben mi çok küçüktüm, yoksa dünya mı fazla büyüktü? Uzun Türk kahvaltılarına alışkın olan bünyem, bir bardak kahveyle yaptığım kahvaltıyı biraz tuhaf karşılasa da, memnundum hayatımdaki rutini kırdığı için. Yine o soluk, yeşil bisikletin arkasında serin bir yolculuktan sonra, kendimi Amsterdam’ın merkezinde buldum. Sonra da ürkek adımlarla yolumu kaybettim gerçek bir kaplumbağa gibi. Büyülenmiştim adeta…
Sokaklara ekşimsi bir yanık kokusu hakimdi. Koskoca levhaları olan kafeler farklı milletlerden insanlarla dolup taşıyordu. Bu renk zenginliği başımı döndürüyordu. Kendimi levhası en büyük ve en kalabalık kafeye attım. Benim yaşlarımda genç ve yabancı olduğu her halinden belli olan esmer mi esmer bir kız merakla etrafı süzüyordu. Bu sessiz, meraklı ve bir o kadar da ne yapacağını şaşırmış kıza takıldı gözüm. Kafedeki Hollandalılar ender karşılaştıkları yakıcı güneşin altında erimek için bir bir sokaklara atıyorlardı kendilerini. İçerde ben ve bu genç kız, iki şaşkın kaplumbağa kalmıştık. Tabii bir de parlayan güneşe sırt çevirip oturmayı seçen birkaç esmer daha. O an güneşi yanımızda taşıdığımızı düşündüm. Ne ilginçtir ki, genç kız da üzerine koskocaman güneş motifli bir bluz giymişti beni onaylarcasına. Muhtemelen kendini bir tiyatro sahnesindeymiş gibi hissediyordu. Bu tek perdelik oyunda, hem oyuncu hem de izleyiciydik hepimiz. Aradan dünya için kısacık ama bizim için upuzun bir zaman geçti. Derken genç kız, ki ben artık ona Güneş ismini takmıştım, kafasını hafif hafif duvara vurmaya başladı. Bu bir tür ritüel olsa gerekti diye düşündüm. Birden içeride daha önce ilgimi çekmeyen, uzun saçlı dede kaplumbağa belirdi. Genç kızın yanına giderek bilmediğim bir dilde konuşmaya başladılar. Kız ona tren biletini gösterdi. Sonra upuzun bembeyaz saçlarıyla güleç yüzlü dede, Güneş ve ben, tek bir kelime dahi etmeksizin kendimizi gülümseyen kuzey güneşinin altına attık. İlk kez bu kadar yaşlı bir kaplumbağayla tanışmıştım. Hey sen! Yoksa sende mi güneşini yanında taşıyanlardansın? Adımlarımız o kadar yumuşakça yalıyordu ki toprak anayı mutluluktan ve heyecandan. Ayaklarımın altındaki o pamuksuluğu bugün gibi hatırlarım. Kısa bir yürüyüşten sonra tren istasyonunda bulduk kendimizi. Yolculuk bitmek bilmiyordu. Yine dünya için kısa ama benim için upuzun bir yol olacağa benziyordu. Bakış açısı o kadar genişti ki sanki vücudumda yeni bir uzuv çıkmıştı da yüz metre yüksekten bakıyordu dünyaya. Uzvum görevini yerine getiredursun, kutu kutu evler arasında göründü daha sonra yüksek lisans yapmaya karar vereceğim Wageningen şehri.
Yeni arkadaşım Güneş’e veda edip bir şekilde indim küçük tren istasyonunda. Güleç yüzlü ve gerçek bir kaplumbağa geldi beni karşılamaya. Bana “Gün Işığı” adını taktılar, gönüllülük yaptığım projedeki Dünya’nın farklı yerlerinden gelmiş, birbirinden ışıltılı o insanlar. O zaman anlamıştım ki, pek de beynelmilel bir adım yoktu ve Dünya’nın neresine gidersem gideyim insanlar bana bir ad takacaklardı. Sonraları bunu kabullenecektim de. Ne de olsa iki isimli olmaya doğuştan alışkındım. Şu sıralar yaklaşık beş altı farklı şekilde çağırılıyorum farklı topraklardan insanlar tarafından. Günlerce durmadan çalıştık ama bir o kadar da eğlendik. Eski binaları restore ediyorduk birlikte. El arabaları, tuğlalar ve çimento girmişti kelime dağarcığıma o günlerde. Hepimizin sırtında el yordamıyla hazırlanmış evlerimiz, birbirimizin hayatına misafirliğe gidip geliyorduk. Duymadığım hikayeler, bilmediğim diyarları getiriyordu ellerime, bir hamur gibi onlarla oynayıp kendi hikayemin bir parçası yapayım diye. Uzaklardan insan izlenimleri, insana dair duygular, geç ergenlik hep aynı, insan hep aynı hamurdan. Ellerim hamurlu, aklım hülyalı daldım gittim zamana ve sonunda dönüş vakti geldi eve.
Dönüşlere alışkın değilseniz, çarpılırsınız. Tıpkı gidişlere alışmak gibi, dönüşlere de alışırsınız zamanla. Sanki üzerimden yorgan kaymış da rüyam yarıda kalmış gibi bir irkintiyle uyanmıştım uykumdan. Rutine ve griye dönmüştüm tekrar, zira rutinler gridir bende. Kaplumbağa dünyasının alışkanlıklarını sürdürmeye karar verdim kendi küçük dünyamda. Plastik poşet kullanmayı bırakıp, evime kahve makinesi aldım örneğin. Her bez torba kullanışımda kendimi biraz daha kaplumbağa olmuş hissediyordum adeta. Gördüğüm kaplumbağaların hepsi böyle yapıyordu. Bu saçma aidiyet hissi beni bir şeyleri sorgulamaya itti. Bez torbadan, plastiğin zararlarına, oradan petrol ve sonra fosil yakıt kullanımına ve sonra rüzgara, güneşe, toprağa. Bir de tabi kendime sarışın bir kaplumbağa bulmuştum aşık olmak için. Bilirsiniz o yaşlarda insanı nasıl etkiler yaşadığı gülünesi aşklar. Kafamdaki bey tam da kaplumbağa tarifine uyuyordu doğrusu. Ama benim cenahta aşklar idealar dünyasında yaşanıyordu o sıra. Ben kafamdaki kaplumbağaya aşk mektupları düzedururken bir yandan da evimin bir odasına ev arkadaşı almak, kendime yarı zamanlı işler ve harcamaları iyiden iyiye minimize etmek kaydıyla yol parası biriktirmeye başlamıştım bile.