“Ueshiba Sensei’nin Aikido’su, Japon kültürünün özünü şekillendirdi ve ben bunu gelecekte Japonya için çok önemli olabilecek bir şey olarak görüyorum.”
Hiroshi Tada Shihan
Aikido Journal: Tada Sensei, Aikido’ya Wasada Üniversitesi’ne girdikten sonra başladığınız sanırım.
Tada Sensei: Evet. Ancak savaş yüzünden Mart 1950’ye kadar dojoya kaydolamadım.
Üniversiteye girdiğinizde önce Karate’ye başladınız ve Aikido’ya sonradan çekildiniz…
Aslında Dan seviyem olmasına rağmen o kadar uzun süre Karate yapmadım. Başta her iki sanatı da çalışıyordum, ama sonra Aikido’ya daha fazla zaman ayırır oldum ve ikisini bir arada götürmek imkânsız hale geldi. Birini diğerinden daha iyi bulduğum için değil, daha ziyade Morihei Ueshiba Sensei’ye hayran olduğum için. Kendisini küçük bir çocuk olduğum zamanlardan beri babam sayesinde biliyordum.
1942’de Shinkyo’daydım (günümüzde Chang-Chun, Manchuria), ancak Ueshiba Sensei’nin meşhur Kenkoku Üniversitesi 10. Yıldönümü Savaş Sanatları Gösterisi’ndeki performansını kaçırdım. Benden bir yaş daha büyük olan kuzenim inanılmaz bir gösteri olduğunu söyledi. Belli ki Ueshiba Sensei’nin ukemisini alabilen çok az kişi vardı. Sadece fırlatılmıyorlardı, yüksek voltaj elektrikle çarpılmış gibi oluyorlardı.
Aikido Tankyu’nun (Aikikai Hombu Dojo tarafından yapılan periyodik bir yayın) 4. sayısında Ueshiba Sensei’nin alışılmadık düşünce yöntemine çok şaşırdığınızı ve bundan çok etkilendiğinizi yazmıştınız.
Dojo’ya kaydolduğumda yirmi yaşındaydım, Sensei ise altmış yedi, yani aramızda yaklaşık kırk yedi yıl fark vardı. Ama ne kadar güçlü atak yaparsam yapayım beni çok kolay fırlatıyordu, öyle ki aramızda bir fark yok gibiydi. Şimdi dönüp geriye bakınca anlayabiliyorum tabi ki.
Her durumda etrafında kendine has bir aura vardı ve alışılmadık bir enerji ile doluydu. Gerçek bir savaş sanatları üstadıyla tanıştığımı biliyordum.
Tempukai’ye Aikido’ya başladığınız zaman mı katıldınız?
Ben Hombu Dojo’ya girdiğimde orada çalışanlar ya Tempukai ya da Nishikai’nin üyeleriydiler. Tabi ki o dönemde dojoda sadece altı ya da yedi kişi vardı. Aralarında Keizo Yokoyama ve küçük kardeşi Yusaku da bulunuyordu ve her ikisi de Hitotsubashi Üniversitesi’nde öğrenciydiler. Yusaku savaşın son yıllarını deniz harp akademisinde geçirmiş ve üniversiteye savaş bittikten sonra gelmişti. Beni Tempukai ve Ichikukai ile tanıştıran o oldu. Perhiz egzersizlerini ise bir başkasından öğrendim. Morihei Ueshiba Sensei’nin öğretilerinin yanında bu uygulamalar benim eğitimimin temelini oluşturdular.
Aikikai’ye katıldığım yılın Haziran ayında Tempukai’ye tanıtıldım. O zamanlar Tempu Nakamura Sensei Gokokuji Tapınağı’nın Gekkoden’inde aylık çalışma oturumları düzenliyordu. Aikikai gibi, Tempukai de kendini halka tanıtmak için çok az şey yapıyordu ve insanlar Tempukai’nin üyesi olmak için diğer üyeler tarafından öneriliyorlardı. Tempu Sensei ile tanıştım ve söylediklerini duyunca derhal üye oldum.
Ueshiba Sensei ve Tempu Sensei tanışıyorlar mıydı?
Evet, anlaşılan benim dojoya katılışımın öncesinde bir defa Tadashi Abe’nin hem bir Tempukai üyesi hem de Ueshiba Sensei’nin öğrencisi olan babası tarafından tanıştırılmışlardı. Aslında Tempukai Toitu Tetsuigakkai (tıp ve felsefenin birleştirilmesi çalışmaları derneği) olarak biliniyordu ve zihin-beden bütünlüğü üzerine odaklanmıştı. Tempu Sensei’nin pek çok deneyine katıldım ve bu sayede kendisi hakkında oldukça fazla bilgi edindim.
Tempukai’de ne kadar süre aktif rol aldınız?
Ekim 1964’te Avrupa’ya gidene kadar. Tempu Sensei Aralık 1968’de vefat etti. Avrupa’da olduğum 6 yıl içinde Morihei Ueshiba Sensei, Tempu Sensei ve benim büyükbabam vefat ettiler.
Tempu Sensei’nin kılıç kullanmada usta olduğunu duydum.
Evet, Zuihen-ryu battojutsu’da bir uzmandı. Adını, ‘Tempu’yu, Zuihen-ryu’nun özellikle başarılı olduğu amatsuzake formunun yazılışında kullanılan Çince karakterler olan “ten” ve “pu”dan aldı. Tempu Sensei, Yanagawa’daki daimyo Lord Tachibana’nın soyundandı. Savaş sanatları Yanagawa’da çok popülerdi ve Kyushu’nun Saga klanıyla ve Hagakure başlıklı kitapla (bushido üzerine klasik bir yazım, Tsunetomo Yamamoto tarafından 1716’da dikte edildi) ünlendi. Tempu Sensei’nin konuşmalarının içeriği, söylediklerinin düşünsel süreçlerden ziyade kendi gerçek deneyimlerine dayanması bakımından oldukça ayırt edilebilirdi. Ueshiba Sensei için de aynısı geçerliydi. Düşünsel düzeyde kalan fikirler insanları çekmekte aynı derecede etkiye sahip değiller.
Bize Ichikukai’den bahsedebilir misiniz?
Tetsuju Ogura, Tesshu Yamaoka’nın son uchideshilerinden biriydi. Taisho dönemi boyunca Ogura’nın öğrencileri ve takipçileri, Tokyo İmparatorluk Üniversitesi’nin tekne yarış kulübü üyeleriyle birlikte misogi (sadelik, ritüel saflaşma) çalışan bir dernek kurdular. Bu dernek Masatetsu Inoue’nin yönetimindeydi. Başta Ichikukai, Tesshu Yamaoka’nın 19 Temmuz’daki ölümünün anısına her ayın 19’unda toplanıyordu, derneğin adı bu yüzden Ichikukai oldu (Japonca ichiku “1 ve 9” anlamına gelir).
Ben katıldığımda, toplantılar Nakano, Nogota-machi’deki eski Taisho döneminden kalma bir dojoda gerçekleştiriliyordu. Perşembe’den Pazar’a kadar günde yaklaşık 10 saat seiza’da oturuyor, bütün benliğimizi olabildiğince içine katarak bir noritodan (shinto duası) bir pasaj okuyorduk. Mantra söylemeye benzer bir şeydi. Bu kabul törenini geçtiğinizde üye oluyordunuz ve ayda bir kere Pazar günü yapılan toplantılara katılabiliyordunuz. Orada ichiman-barai denilen ve bir el çanının bin defa çalınmasını içeren bir okuma egzersizi yapılıyordu. Çanın sesi el hareketleri otomatikleşene kadar temiz ve keskin çıkmaz. Bunu hala Aikido derslerinde pek çok üst düzey öğrencime çalıştırırım.
Ken veya Jo ile çalıştınız mı?
O-Sensei’nin öğrencilerine ken ya da jo çalıştıkları için kızdığı ve onlara bunu yasakladığı bir dönem vardı. Ama daha sonra kendisi de bunları öğretmeye başladı.
Çocukken ailemde aktarılan Japon okçuluk yöntemine çalışmıştım. Ayrıca ortaokulda kendo dersleri aldım. Bu savaş dönemine denk geldi, o yüzden tam olarak spor temelli değildi. Aikido çalışmaya başladıktan sonra evimin yanındaki bir ağaçta ken sallama antrenmanları yaptım.
Kişisel antrenman hangi sanatı çalıştığınızdan bağımsız olarak çok önemlidir. Koşmayla başlayıp kendi antrenman programınızı oluşturmalısınız. Yirmili yaşlarımda ve otuzlarımın başında her sabah 5:30’da kalkıp yaklaşık 15 km koşardım. Ondan sonra da eve dönüp bir grup sopaya bokkenle (tahta kılıç) vurma antrenmanı yapardım. O günlerde Jiyugaoka’daki evlerin arası çok daha uzaktı, istediğim kadar gürültü yapabiliyordum. Iwama’da O-Sensei’den öğrendiğim metot olan Jigen-ryu ile çalışıyordum. Denir ki Satsuma topraklarının savaşçıları (Kyushu) bir demet çalıya her gün on bin defa vururlarmış, ama ben en iyi ihtimalle beş yüz yapabiliyordum. Başlangıçta ellerim uyuşuyordu ama bir süre sonra büyük bir ağaca sorunsuz vurabiliyordum. Waseda ve Gakushuin üniversitelerinde öğrencilerimi bu şekilde çalıştırdım. Bunun Aikido için en iyi çalışma yöntemlerinden biri olduğunu düşünüyorum.
Tabi ki gereğinden fazla fiziksel güç kullanmak iyi bir şey değil. Sadece bokkeni ya da herhangi bir sopayı elinize alın ve tam etki anında küçük parmaklar ve yüzük parmakları ile sıkın. Hız ve parmaklarınızın sıkılırken düzgün kapanması kendiliğinden gelişecektir. Bu tip yumuşak çalışmalar önemlidir, çünkü sürekli çok fazla güç kullanarak çalışırsanız eklem tekniklerini veya fırlatışları da aynı güçle yapmaya başlarsınız ve bu tehlikeli olabilir.
Modern dojolardaki yer sorununun artık bu tarz çalışmalara olanak vermemesi çok kötü. Ben eşyaları kademeli olarak yeniden organize ederek böylesi bir çalışmanın daha ulaşılabilir olmasını sağlamayı tercih ediyorum.
Vuruş çalışmasının basit bir yöntemini tanımladık, ama ayak çalışması, el hareketleri ve ki’nin kokyuho yoluyla geliştirilmesi kişisel antrenmanının diğer önemli elementlerini oluşturuyor.
Morihei Sensei ile çalıştınız ve kendi antrenman yönteminizi gözlemlerinize dayanarak mı düzenlediniz?
Evet. Öğretmeninizin kişisel eğitim metodunu yakından gözlemlemek ve iyi öğrenmek çok önemli; aksi takdirde aceleci ve yanlış çıkarımlarda bulunabilir ve kendinizi anlamsız veya hatalı antrenman yapıyor halde bulabilirsiniz. Her durumda öğretmeninizin size öğrettiklerini gözden geçirmeli ve onun temel çizgilerini temsil eden bir şeyleri ayırt etmelisiniz. S onra onu yapabilene kadar tekrar tekrar çalışmalısınız. Bu şekilde kendi kişisel antrenman metodunuzu oluşturursunuz.
Bence yaptığınız şeyde bir uzman olmak istiyorsanız -savaş sanatları, spor, sanatın bir dalı ya da ne olursa- yirmili ve otuzlu yaşlarınızda yılda en az iki bin saat çalışmalısınız. Bu günlük beş ila altı saate denk gelir. Muhtemelen kişiye göre değişecektir ama bunun büyük çoğunluğu kişisel antrenmanla geçecektir. Kendiniz çalıştıktan sonra dojoya gelip doğrulayabilirsiniz, deneyebilirsiniz ve kazandıklarınız üzerine çalışabilirsiniz.
Bir ağacı Aikido çalışma arkadaşınız olarak kullanmak, güç kullanarak çalışmak için çok iyi bir yöntemdir. Çünkü karşınızda bir insanın olduğu durumlara göre çok daha güçlü vurabilirsiniz. Karşınızda bir insan varken düşünmeden sert bir şekilde çalışmak uygun değildir. Bu süreyi doğru, temiz, jilet keskinliğinde çizgiler geliştirmek için kullanmalısınız.
Ueshiba Sensei sizinle hiç Daito-ryu veya Onisaburo Deguchi hakkında konuştu mu?
Ueshiba Sensei, Sokaku Takeda ve din adamı Onisaburo Deguchi dahil olmak üzere kendi öğretmenlerinden her daim saygıyla bahsederdi. Daito-ryu hakkındaki konuşmalarından en net hatırladığım şey mükemmel bir eğitim metoduna sahip olmasıydı. Antrenmandan sonra O-Sensei sıklıkla dojoya döner ve bizimle değişik şeylerden konuşurdu.
Sanırım Ueshiba Sensei din hakkında da konuşurmuş, özellikle de Oomoto dini hakkında…
Evet ve bazen neden bahsettiğini çok iyi anlardım, diğer zamanlarda ise tamamen kafamı karıştırırdı. Ama bize derdi ki: “Bu sadece benim konuşma şeklim, her birinizin beni kendi terimlerinizle anlamanızı, derinlemesine incelemenizi ve zamana uygun sözcüklerle aktarmanızı istiyorum”.
Aikido insanlık için fark edildiğinden çok daha yararlı, benim gibi Aikido konusunda uzmanlaşmış biri için bile. 1952’de üniversiteden mezun olduğumda bütün arkadaşlarım Aikido’da uzmanlaşmak istememe şaşırmışlardı. Muhtemelen savaştan sonra çok az bir zaman geçmiş olduğundandı. Ne var ki benim için Ueshiba Sensei’nin Aikido’su Japon kültürünün özünü şekillendiriyordu ve ben onu Japonya için gelecekte çok önemli olabilecek bir şey olarak görüyordum.
Ne var ki gerçekte Aikido kendi yerini Avrupa’da Japonya’ya göre daha hızlı bulmuş gibi. Yine de, tamamen farklı bir kültürel içeriğe sahip bir konuda böyle beyaz bir sayfaya başlarken Aikido’nun ne olduğunu ve hedefleri hakkında net bir anlayışa sahip olmadan Aikido çalışmak imkansızdır. Bunlar olmadan yaptığınız şey ne yöne veya hangi durağa gittiğini bilmediğiniz bir trene atlamak gibidir. Diğer bir deyişle Aikido çalışmasında en baştan itibaren net bir doğrultuya sahip olmak önemlidir. Antrenman yöntemlerine karar verirken haftada iki veya üç defa çalışan birinin her gün birkaç saat çalışanla aynı şeyi yapmasını beklemek gerçekçi değildir. İnsanların kendi bireysel yaşam tarzları içinde kendilerinde anlamlı olacak kadar çalışmaları yeterlidir. Öte yandan Aikido’da uzmanlaşmak veya Aikido’yu gerçek anlamda derinlemesine incelenmek isteyenlerin nereye gittikleri ve oraya nasıl ulaşacakları hakkında berrak bir zihne sahip olmaları gerekir.
Antrenman metotları konusunda bu doğrudur ya da bu yanlıştır diyemem. Çoğu savaş sanatçısı diğerlerinin tekniklerini eleştirebilecek konumda değildir. Çünkü oldukça zayıf görünen bazı insanların inanılmayacak derecede güçlü çıktığı çok fazla durum söz konusudur.
İtalya’daki organizasyonunuzdan bahseder misiniz?
İtalyan Aikikai’nin resmi adı L’Associazione di Cultura Tradizionale Giapponese (Geleneksel Japon Kültür Derneği) ve İtalyan kültür bakanlığı tarafından resmi olarak tanınmış durumda. Adından da anlaşıldığı üzere Aikido orada geleneksel kültürün bir parçası olarak çalışılıyor. Herhangi bir spor dalından çok farklı bir şey yaptıkları ortada. Japonya’da yaşayan Japonların bunu anlaması zor olabilir diye düşünüyorum. Başka bir şekilde söylemek gerekirse onlar Aikido’yu bir çeşit “hareketli meditasyon” olarak çalışıyorlar. İtalya, İsviçre ve Almanya gibi yerlerde “ki no renma” (ki’nin geliştirilmesi/yetiştirilmesi) orijinal Japoncadaki gibi kullanılıyor.
Tabi ki o dojolardaki herkes bu yaklaşımı akılda tutarak antrenman yapmıyor. Bazıları daha güçlü hale gelmek ve kendilerini daha iyi bir fiziksel seviyeye getirmekle daha çok ilgili, bazıları daha sağlıklı bir yaşam motivasyonuyla hareket ediyor, bazıları ise sadece farklı bir kültürden bir şey denemenin keyfini arıyor. Eğitmen olmak isteyen genç Aikido’cuların bunların hepsini kapsayan berrak ve uyumlu hedefleri olması gerekir.
Modern Japon savaş sanatları için durum daha farklı. Budo olarak ifade ediliyor olmalarına karşın gerçekte Meiji döneminden beri eğitim-öğretim sistemine dahil edilmiş durumdalar ve geleneksel Japonya’nın ruhunu temsil etmeleri gerekirken çoğunlukla ruhsal/manevi yönü dışarıda bırakıyorlar.
Yüzyıldan fazla bir zaman önce gerçekleştirilen Meiji düzenlemeleri, batı tarzı bir medeniyetleşmenin Japonya’da yeşermeye başladığı dönem olarak ifade edilir. Doğu’nun bilinçaltının kullanılması ve zihnin derinliklerine dikkat çeken yöntemlerin Avrupa ve Amerika’da popüler hale gelmesi tam da bundan sonra gerçekleşmiştir. Bunlar uzun bir süre zarfında gelişti ve savaştan sonra psikiyatrik tıp ve terapötik araştırmalar olarak iyi bilinir hale geldiler. Buna ters olarak Japonya, günümüzde hala devam eden “Asyalı dışarı, Avrupalı içeri” politikasını benimsedi ki bu muhtemelen neden Aikido’nun özünü anlayabilen bu kadar az Japon bulunduğunu açıklayabilir.
Yine de ülke dışında çalıştığım zamanlarda antrenmanın sadece Japonların anlayabileceği bazı yönleri olduğu hissine kapılıyorum. Antrenman yöntemlerinden ziyade daha genel bir mahiyet. Örneğin Japonların konuşma yöntemleri veya Japonların yaşam tarzının sahip olduğu ritim sadece Japonya’da yaşayanların anlayabileceği bir şey. Kabuki ve Noh dansları da diğer örnekler. Bunları Japonya’da yaşamış olduğum için anlayabildiğimi düşünüyorum.
Bence Avrupa’da çalışılan Aikido, Avrupa için uygun bir forma dönüşecek. Eğer dil, düşünme yöntemleri ve canlandırma faklıysa ayakta durma ve hareket etme yöntemleri de farklı olacaktır.
Eğer kırmızı rengi düşünürseniz vücudunuz “kırmızı” olan bir hareketi yapacaktır. Zihnin vücut üzerinde bu kadar güçlü bir etkisi vardır. Bunlar yalnızca yakın incelemeyle anlaşılabilecek, güç görülen yönlerdir.
Sensei, Aikido tarzı düşünceye dikkatinizi vermiş ve bunu hem dojo içinde hem de dojo dışında vücudunuz ve günlük yaşam tarzınızla bütünleştirmiş gibi görünüyorsunuz. Bize günlük rutininiz hakkında bir şeyler söyleyebilir misiniz? Mesela diyetinizden başlayarak?
Üniversitedeyken tamamen vejetaryendim. Ayrıca oruç ve diğer azla yetinme yöntemlerini de denedim. Bunlar benim için zor artık. O yüzden yosun, balık, deniz ürünleri ve küçük balıklarla destekleyecek şekilde tam buğday ekmeği, karabuğday noodleları ve sebze temelli besleniyorum.
Festivaller ve öğrenci toplantıları gibi özel durumlar haricinde alkol tüketmiyorum. Sigara da içmiyorum. Sigara içiyorsanız yeterince iyi kokyuho yapamazsınız. Ayrıca beş duyunun incelikli yönlerini kaybedersiniz. Mikroskobik farkları hissedemez hale gelirsiniz. Bunları fark edemiyorsanız günlük yaşamın bazı temel noktalarını da fark edemezsiniz. Bu, kişinin rutin hayat tarzı içinde anlaşılamayabilir ancak duyularınızın keskinleştiği zamanlarda, söz gelimi 3 haftalık bir oruç sonrasında gayet net hale gelir. Her gün alkol tüketmek gerçek bir berraklık algısına ulaşmayı özellikle zorlaştıracaktır, ne kadar çalışıp düşünseniz de fark etmez.
Bunun yanı sıra pek çok yeme yöntemi var. Evrenin ki’sini yediğimiz şeylerle aldığımız söylenebilir. Bu nedenle yemek ve suyu evrenin ki’sini nefesle almak kadar önemsemeliyiz. Bence en önemli şey O-Sensei ile aynı hislerle yemek yemek, yemekten önce ve sonra elleri teşekkür mahiyetinde bir araya getirmek.
Tesshu Yamaoka Sensei’den bahsettiniz, kendisinin hayatı bazı yönlerden oldukça aşırı uçta…
Tesshu Yamaoka hakkında pek çok anekdot var. Bazı uç örnekler onun bazen on tane manju (tatlı fasülye püresiyle doldurulmuş pirinç unundan mantılar) ve haşlanmış yumurta yediğini söylüyor. Eski kahramanlar hakkında böyle hikâyeler çoktur. Ben onların ne yedikleri gibi ufak tefek şeylere önem gösterdiğini düşünmüyorum.
Meiji dönemine kadar Japonlar kokyuhoda uzmanlaştı ve ki’lerini küçük yaşta başladıkları bir disiplin doğrultusunda geliştirdiler. Bu açıdan şimdiki Japonlar o zamandakilere göre tamamen farklı. Doğumla birlikte başlayan, aile yaşamının doğası olan ve çocukların eğitildiği disiplinden bahsediyorum. Aynısı çocukların anlama kapasiteleri düşünülmeden kiliseye götürüldükleri Avrupai yaşam stilinde de geçerli. Eğitim orada da çok küçük yaşta başlıyor. Bu deneyimler büyük ihtimalle kişinin gerçek özünü şekillendiriyor. Savaş öncesi Japonya’da bushido’dan köken alan sadakat ve vatanseverlik Avrupai din eğitimiyle benzerlik gösteriyordu. Bu kayboldu ve yerini doldurabilecek hiçbir şey yok. Bence Aikido bu rolü dolduracak kadar güçlü olabilir.
Sensei, bilimsel bir yönde çalışabilmenin önemli olduğunu yazmıştınız…
İnsan bedeni bir yönüyle fiziksel bir obje olduğu için vücudumuzu hareket ettirme yöntemimiz akılcı ve bilimsel olmalı. Budo her zaman eğitime nasıl oturup kalkacağınızı, aynı zamanda vücudunuzu nasıl taşıyacağınızı ve nasıl dikkatli olacağınızı dahil eder. Vücudunuzu nasıl hareket ettireceğiniz, ağırlığı nasıl aktaracağınız veya teknikleri yapabilmek için gerekli stabiliteyi hızla nasıl kazanacağınız üzerinde özellikle durur. Bunlara sahip olmak için belli prensipler vardır ve bunlar tamamen anlaşılarak antrenman üzerinde uygulanmalıdır.
Eğitmenin görevi bu prensipleri öğrencilerine aktarmaktır. Ancak bunu mantıklı açıklamalarla yapmak zordur. En iyisi öğrencilerin bunu kendileri bile farkında olmadan aşama aşama, kendi vücutları üzerinde deneyimleyerek öğrenmeleridir. O-Sensei’nin asla tekniklerini açıklamama nedeni budur. Sözcüklerle yapılan açıklamalar kulakta kalır. Bu nedenle basitçe yapabildiğiniz en iyi şekilde takip etmek gelişmenin en hızlı yoludur. “Öğrenmediniz” diye henüz deneyimlemediğiniz şeyleri yapamayacağınızı düşünmek iyi değildir. “Bilimsel” demek belli prensipleri takip etmek demektir, değil mi? Ayrıca bu prensiplerin uygulamaya konmasını gerektirir. Bu nedenle, daha önce deneyimlememiş de olsanız, öğrenmediğiniz için yapamayacağınız bahanesinden uzak durmalısınız.
Dojodaki ataklar önceden belirlenmiş olduğundan vücut aniden gelen farklı bir atağa tepki veremeyebilir.
O-Sensei, örneğin shomenuchi’nin partnerin gücünün dümdüz bir şekilde geldiği atakları temsil ettiğini öğretir; mızrak, kılıç, bıçak veya tekme olması fark etmez. Sadece tegatana ile yapılan bir atak değildir. Bu ihtimallerin hepsini çalışırken aklınızda bulundurmalısınız. Bu, vücudunuzun bunların her birine vereceği cevaba ve vücudunuzu adapte etmek için nasıl çizgiler oluşturduğunuza dikkat etmek anlamına gelir. Buna ek olarak insanların gerçekten çalışabileceği ve “çalışmak için motive” olduğu bir ortam yaratmak için özel bir enerjiye sahip olmanız gerekir. Dojodaki herkesi motive etmek kokyu gücü gerektirir.
Savaş öncesinde ve Iwama döneminde en temel Aikido tekniklerinden biri olan suwariwaza ikkyo yaparken Ueshiba Sensei’nin rakibine atak şansı vermekten ziyade kendi ki’sini göndererek hareketi kendisinin başlattığını duydum…
Bu “manyetizmanın geliştirilmesi” olarak bilinir. Keskin bir kokyu duyusu ile rakibi bir mıknatıs tarafından çekilen bir parça demir gibi çekmektir. Üç durum vardır: önce sen hareket edersin, aynı anda hareket edersiniz, partnerin önce hareket eder. Teknik bunların hepsi için aynıdır ve önemli olan senin içeride ne yaptığındır. Sadece dışarıdan görünene bakarsan, örneğin teknikleri sadece kendini koruma olarak ele alırsan gerçek anlamlarını anlayamazsın. Ki ile yapılmaları gerekir, sadece iki fiziksel yapının basit bir etkileşimi halinde olmamalıdır. Antrenman ki’ye olan duyarlılığınızı gösteren bir ayna gibidir. Aynanın temizliği en önemli konudur.
Omote ve ura arasındaki farktan bahseder misiniz?
Fiziksel olarak konuşursak partneriniz arkadaki ayağını yere sağlam basıyorsa ura teknik yaparsınız. Arka ayağı hareket halindeyse veya desteklenmemişse omote teknik yaparsınız. Kokyunuz partnerinizden serbestçe geçiyorsa omote teknik yaparsınız. Bir tekniğin omote ya da ura olmasını belirleyen budur. Böyle bir çeşitlilik O-Sensei’nin eğitimlerinde sıklıkla görülür. Esas nokta, teknikleri her yönde, 360 derece yapabilmektir. Omote ve ura form veya kalıp değildir, tekniklerin serbestçe değişebileceğini temsil ederler.
O-Sensei’den bizzat öğrendiğiniz, iyi sıralanmış bir teknik müfredatı var aklınızda…
Evet, onları düzenli tutmakta çok uğraştım ve benim kendi eğitim programımın temelini oluşturuyorlar. Sadece teknikleri değil, onları öğrendiğim şartları ve atmosferi de korumaya çalışıyorum. Örneğin, O-Sensei ile çalışmak üzere dojoya gittiğim bir görüntüyü korumaya çalışıyorum. Jiyugaoka’daki evimden çıkıyorum, tepeden aşağı yürüyorum, Shibuya’ya giden Toyoko hattına biniyorum, Ahinjuku’ya gitmek üzere Yamate Loop hattına geçiyorum, sonra tramvaya binip Nukebenten’e (küçük bir tapınak) gidiyorum ve Ueshiba Sensei’nin bulunduğu ve farklı teknikler gösterdiği dojoya giriyorum. Zihnimde bu “film”lerden veya görülerden birkaç tane var. Eğer konu ikkyo ise, bütün muhtemel uygulamalar, çeşitler ve karşı teknikleri içeriyor. Bu tarz bir şey her zaman budo çalışanlar için bir ortak akıl olmuştur.
“Görü antrenmanı” terimi sıklıkla kullanılır ancak bu temelinde bir Doğu konseptidir. Bir meditasyon türüdür. Gördüğünüz şeyi tanımlamadan fazla etki bekleyemezsiniz. Manzaraya karışmalısınız. O zaman O-Sensei’nin tekniklerinin ve nefesinin sesini duyabilirsiniz.
Derler ki ellili yaşlarında O-Sensei’nin teknikleri fıskiyeden çıkan bir su gibi ileri doğru köpürerek çıkarmış. O sıralarda artık Sokakıu Takeda’dan öğrendiği Daito-ryu formlarını öğretmiyordu. Çocukluğuna kadar giden bütün deneyimleri, devam eden bir hareketler akışı içinde yetişti ve O-Sensei’nin kendi deyimiyle “bir yaydan çıkar gibi ileri atıldı”. Devam eden bir keşif ve buluş yapma haliydi.
O-Sensei demişti ki en iyi halindeyken, rakibinin gözünün önünde havada uçtuğu görüsü gözlerinin önünde olurdu; sonraki saniyede vücudu otomatik olarak hareket ederdi ve görü gerçeğe dönüşürdü.
O-Sensei’nin anılarını ve ondan öğrendiklerinizi öğrencilerinize aktarmak için bilinçli bir çaba gösteriyor musunuz?
Evet, elbette, ama Ueshiba Sensei hakkındaki pek çok hikaye ve anekdot aslında çok fazla “dağın tepesinden”. Tüm içeriği açıklanmadığı takdirde yanlış anlaşılmaya çok elverişliler. Diğer bir yandan çok fazla şey bilmenin gerçek anlayışa ket vuracağını söylerler. Bizler O-Sensei’den öğrenirken her şeyi almak ve sindirmek için elimizden geldiğince çok çaba gösterirdik.
Japonca’da “gokui ni kabureru” diye bir deyim vardır; kişinin kendi yeteneklerini aşmaya çalışması anlamına gelir ve her zaman Japonların sevmediği bir şey olmuştur. Bu nedenle O-Sensei’yi gençlere anlatırken veya videolarını izletirken dikkatli olmak gerekir. O-Sensei onun tekniklerini taklit ettiğimizde bizi azarlardı ve “benim yaptıklarımı taklit etmemelisiniz, kendi temelleriniz üzerine konsantre olun” derdi.
Ayrıca “Aiki sevgidir” söylemi var. Genellikle sevgi sözcüğünü göreceli kullanırız, “şunu ya da bunu seviyorum” derken olduğu gibi. Ancak Sensei “sevgi”den çok daha mutlak bir kavram olarak bahsederdi, evrenin zihninde olduğu gibi. Bizler bu “sevgi” yi entelektüel bir düzeyde anlayabilsek de Sensei gibi evrenle bir olmadan onun anladığı gibi anlamamız mümkün değil. Belki de bu O-Sensei’nin bahsettiği “berraklık” veya “berraklaşma” halidir. Tabi ki bu ifadelerin dini anlamları da var. O-Sensei’nin konuşmaları çok yüksek bir düzeyde ve kesinlikle çok zordu.
Ki geliştirme antrenmanını ele alırsak bu, kişinin kendi fiziksel sınırlarının farkına varması kadar kolaydır. Olağandışı ağır şeyleri kaldırmak veya inanılmaz hızlı koşmak imkansızdır. Ne var ki zihnin derinine inerken başlangıçta kişinin gerçek sınırlarının bilinmesi veya kendisini nasıl geliştireceğini bilmesi imkansızdır. Yılların bilgeliğini mümkün olduğunca yakından takip etmek ve kendisine öğretilen metotları derinlemesine çalışmaktan başka yapacak bir şey yoktur.
Ki’nin geliştirilmesi gibi önemli geleneksel yanları kaybetmeden, rasyonel ve bilimsel bir şekilde çalışmayı başarmak hassas bir konudur.
Bugün bize zaman ayırdığınız ve Aikido’nun derin yönlerini doğrulamamıza yardım ettiğiniz için teşekkür ederiz…
Hiroshi Tada Shihan
1929 yılında Tokyo’da doğdu. Waseda Üniversitesi hukuk fakültesinde öğrenciyken Ueshiba dojoya kayıt oldu. 1952’de mezun olduktan sonra Aikido konusunda bir uzman ve Japon savaş sanatları tarihi araştırmacısı olmaya karar verdi. Şu an Aikido Hombu Dojo’da 9. Dan seviyesinde bir eğitmen olup aynı zamanda Kendini-Koruma Ajansı, Gakushuin Üniversitesi, Keio Üniversitesi, Waseda Üniversitesi, Kichijoji’deki Gessoji Tapınağı ve Tokyo, Jiyugaoka’daki kendi dojosunda ders vermeye devam etmektedir.
1964’te antrenman yönetmek, bilgi vermek ve Aikido’yu yaymak amacıyla Avrupa’da çeşitli yerlere seyahat etmeye başladı. Başkanı ve Shihan‘ı olduğu Geleneksel Japon Kültür Derneği/İtalyan Aikikai’yi kurdu. 1970’te Japonya’ya döndü ve hala Avrupa’ya eğitim gezileri düzenlemeye devam ediyor.
Kaynak: Aikido Journal, Interview with Hiroshi Tada by Stanley Pranin
Çeviri : Oya Burçin Demirtaş