Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Kelebek Gibi Uçarım…

seminer2010En son ne demiştik? Ankara’dan yola çıkmadan önce kayaların ruhunu solumaktan bahsetmiştik. Aslında o bir “Niyet ettim kayaların ruhunu solumaya” yazısıydı. Yazarken aklımda kelebekler vadisine yapacağımız yolculuk geçiyordu. Son 3 senedir şehir dışına kendini atamamış bir bünye olarak ben, derin ve taptaze bir soluk almanın hayalini kuruyordum. Öyle ki,  28 Ağustosta başlayacak seminer için 3 gün öncesinden yola çıktım. Vadide keyifli ve Aikido dolu, verimli bir hafta geçirdikten  sonra, şimdi sindirme ve paylaşma zamanı…

Kelebekler Vadisi Bukiwaza Semineri, Ayhan Kaya Sensei yönetiminde gerçekleşen, İstanbul ve Ankara’daki öğrencileri bir araya getiren ve bir taraftan da içinde bolca Aikido olan bir tatil fırsatı oldu. Aslına bakarsanız bir nevi iş gezisi bizimkisi. İlki 2007 senesinde yapılmıştı. Bundan sonra her sene yapsak hiç fena olmaz aslında.

Dedim ya benim için yolculuk günler öncesinden kafamın içinde başladı ki blog sayfalarında da yer buldu. Hemen ondan bir kaç gün sonra, tam da dolunayın zirvede parladığı gece, ben otobüsün ön koltuğunda yolculuğuma başlamıştım. Haberim yoktu dolunaydan. Ama kilometrelerce yol boyunca ay bana eşlik edince ve yol önümde pırıl pırıl serilince düşüncelere daldım. Öyle ki tüm gece boyunca gözüme uyku girmedi. Manzara, ay ışığının altında yavaş yavaş değişiyordu ve ben parlayan bir yolda, kayaların arasında bir yere, Aikido çalışmaya gidiyordum…Zaman karanlıkta alınan yol gibidir; nereye gittiğini görmezsin ama ilerledikçe tarih yazarsın.

Böyle uykusuz halde vardım Ölüdeniz’e. Sonra baktım ki vadiye gitmek için binmem gereken tekneye daha 4 saat var. Yapılacak tek şey kumsala matımı serip,  güneş tepemde parladıkça gölgeye kaçarak uyumaktı. Isındıkça uyanıp yana geçiyordum.  Yine öyle bir anda, sıcaktan kaçmak üzereyken birden gölgede buldum kendimi. Ama oh diyemeden tekrar güneş düştü anlıma. N’olduğunu anlayamadan tekrar gölge, sonra tekrar güneş. Sonunda uyanmayı başarıp olayı anlamak için kafamı kaldırdığımda 3-4 metre üstümden geçip hemen yanıma inen paraşütçüleri gördüm. Mavi gökyüzünde uçurtmalar gibi görünüyorlar ama inerken kısa da olsa gölge ediyorlardı bana.

Paraşütleri geride bırakıp, kıyı şeridi takip ederek denize açıldık sonra. Açıldık dediğime bakmayın, küçük bir tekneyle, dalgaların arasında düşe kalka ilerledik ve yarım saat sonra nihayet vadinin kumsalına adım attım. Benim için büyük bir adımdı, çünkü birçok arkadaşımın uzun uzun kaldığı ve anlattığı vadiye ilk kez gidiyordum ve tekneden ıslanmadan inmek için büyük bir adım lazımdı. Yine de ben ıslandım.

IMG_2571İnsan evladı belki de bu gezegende bulunduğu ortama en hızlı uyum sağlayan yaratıktır. Buna rağmen çoğu zaman uyum sağlamak yerine, ortamı kendine uydurmayı tercih eder. Başımıza ne geldiyse de bu yüzden gelmiştir zaten. Neyse ki vadi ahalisi birinci yöntemi kullanmayı tercih etmiş. Minimal ihtiyaçları karşılayacak şeyler yerine getirilmiş. Daha fazlası anlamsız olurdu zaten. Koca şehirden kaçıp küçük bir başkasının göbeğine düşmek istemezdim.

Yol yorgunluğunu atma ve çadırıma yerleşme kısımları bittikten sonra şöyle bir keyifle sağımı solumu izlemeye başladım. Sanki koca bir baltayla birbirinde ayrılmış gibi duran iki koca kaya duvarı sağımda solumda. Kayalardan oluşan bir ağız derin derin soluyarak denizden gelen taze havayı, boğazında mutlu mesut yaşayan kelebeklere taşıyor. Biraz kendime geldikten sonra, takip etmeye başladım patikayı. Adım adım son insani yapılar geride kaldı. Solumda son gördüğüm ahşap yapı, tahta zeminin etrafı kumaşlarla kapatılmış bir meditasyon salonuydu. Sonra daldık patikayla küçük ormanın içine. İlerledikçe orman büyüdü, ben küçüldüm. Ben küçüldükçe kayalar birbirine yaklaştı. Öylece bana metrelerce yukarıdan baktılar. Yüzyıllardır orada duran ve insancıkların geçişini izleyen kayalara her adımda saygımı sunarak devam ettim. Sonra hop dur bakalım dediler o kadar kolay değil. Sen bir tırman bakalım şu küçük suyu takiben. Çıkardım sandaletlerimi çıplak ayak devam ettim tırmanmaya. Başka türlü zaten imkansız ama kayalara ve kelebeklere saygısızlık etmezseniz onlarda izin veriyorlar ayaklarınız kesilmeden tırmanmanıza.

SDC11258İlerledikçe aklımı, çözümlerimi,icatlarımı geride bıraktım. Bedenimin dengesi ve kayaların sessizliğiyle başbaşa kaldım. İşte tam da böyle zamanlar gerçekten soluk aldığım zamanlar oluyor. Bir yandan bedenin acizliğiyle yüzleşiyor insan. Öte yandan farkediveriyor neden tarih boyunca bir doğayı dize getirme çabasında olduğunu. Korkularını, zayıflıklarını tanımlayıp onlarla birlikte nasıl varolacağını araştırmak yerine, kendini en güçlü olduğuna inandıracak şartları yaratmaya çabalıyor. Bunun doğal bir getirisi olarak da oluşturulan yapay durum bir anda tepesine çökünce bu nasıl benim başıma geldi, bunu hakedecek ne yaptım diye basıyor çığlığı. Sonrası malum, ya kadere ve ilahi güçlere atıp sorumluluğu rahatlarsın ya da hayat boyu mutsuzluğu alışkanlık haline getirirsin. Ne de olsa mutlu olmaktan uzak durursan onu kaybetme riskinde olmaz.

Böyle notları cebimde biriktirerek ve vadinin keyfini sürerek geçen birkaç günden sonra, Aikido grubunun ve Ayhan Sensei’nin bize katılmasıyla seminerimiz başlamış oldu. Seminer dediysem öyle, kumsalda kolçaklı sandalyelere oturmuş, yazan çizen adamlar canlanmasın gözünüzde. Kalem kılıçtan keskindir tamam ama bizim öncelikli işimiz kılıçla. Seminerler bir konuya odaklanmış, yoğun antremanlardan oluşuyor aslında. Bu kez, Aikidonun tüm prensiplerini içinde barındıran, mesafe algımızı güçlendiren ve zihinsel odağımızı çok yukarılara çekebilen silah yani kılıç ve sopa çalışmalarıydı konumuz. Biz de giydik dogilerimizi kuşandık kılıçlarımızı, sabahın 6’sında kumsalda yerimizi aldık. Sabah, güneş başını kayaların ardından çıkarıp bizi sıcağa boğana, akşam üstü ise muhteşem gün batımıyla bizi karanlığa terk edene kadar zamanımız vardı ve bunun her dakikasını değerlendirdik.

IMG_2620Aikido söz konusu olduğunda uyumdan söz edilir. Adı üstünde, yaşamla uyumun yolu. Doğanın uyumu, tüm savaş sanatlarının temel prensiplerini barındırır içinde. Her ne kadar uyumdan dem vursak da, dojolar yani çalışma mekanlarımız bizim için bir laboratuvar ortamı gibidir. Görsel  ve ruhsal olarak çok farklı olsalar da dojonun zemini minderdir ve kapalı bir alandır. Doğru  çalışılan bir dojoda zarar görme olasılığınız çok azdır. O yüzden üstadlar hayatın senin dojondur der. Dojoda deneyimlediklerini, dışarıdaki hayatında uygulamaya ve idrak etmeye başladığında bu yolda ilerlemeye başlamışsındır. İşte bu seminer bizim için tam da böyle bir deneyim oldu. Bokken (tahta kılıç) en ufak bir dikkatsizlikte ciddi yaralanmalara sebep olabilirken, buna ayağımıza batan taşları, gözümüze giren ışığı, görüşü zorlaştıran gün batımını, aniden koşarak aramızdan geçen köpeği, izlemek için yaklaşan insanları ve manzaranın insanı cezbeden güzelliğini katınca zihin odaklanmanın sınırlarını zorluyor. Eller daha bir sıkı kavrıyor bokkeni. Ayaklar bastığı yeri hissetmeye, algılamaya çabalıyor çünkü karşındaki savaşçıdan gözlerini ayıramazsın. Bedenin dikkati sürekli kılmak için tüm hücrelerini kullanıyor. Sinir sistemin her an tetikte bekliyor. Aklının içinde, üzerinde 30 kilo zırhla, neşter keskinliğinde katanalarla, diz boyu çamurda, günlerce savaşan samurayların düşüncesi geçiyor. Bizimkisi bunun sadece bir canlandırması olsa da, acının ve korkunun bedenini ele geçirmeye bu denli yaklaştığı anlarda, riski tanımlayıp, idrakla çözümü bulduğunda ve bedenin bunu derhal uyguladığında, nefesin o kadar derine işliyor ki tüm hücrelerin yaşamla doluyor. Elindeki ağaç, kayaların arasından yolunu bularak ayaklarının altındaki toprağa kök salıyor. Ruhun bir kez daha şükrediyor doğanın uyumuna ve yaşama…
IMG_2673

2 Yorum

  • Anonymous
    Yayınlandı 20 Eylül 2010 at 14:43

    Yazılarınızın anlamlı ve yol gösterici olmasından dolayı yürekten tebrik ederim …Başarılı çalışma… Damla Altınboğa…

  • Eda Keresteci
    Yayınlandı 22 Eylül 2010 at 14:46

    Harikasın valla. Gitmiş görmüş yaşamış kadar oldum. sevgiler eda

Bir yorum bırakın

0/100

Total
0
Share