Kimi yerlerde yukarıdaki tabirlerle karşımıza çıkan ve neresinin sanat neresinin dövüş olduğunu anlayamadığımız, hele hele savaş meydanlarında hiç canlı görme imkanımızın kalmadığı bir alanı ele alıyoruz…
Dövüş Sporu mu?
Spor; sistem, program, organizasyon ve rekor kelimelerinin ilk harflerinden oluşuyor ve ansiklopedik olarak “belirli ölçüde güç ve beceri gerektiren yarışmalı etkinlikler” anlamına geliyor. Ayrıca; kimi kaynaklarda spor kelimesinin kökeninin, “Disportare” ya da “Desport” yani “Dağıtmak ve birbirinden ayırmak” anlamlarına gelen Latince’ den türediği ve zaman içinde günümüzdeki “Sport” haline dönüştüğü söyleniyor. Yani Spor denilince; yarışma, rekabet, ayırma ve ayrıştırma ortaya çıkıyor. Bunun sonucu olarak kimilerinin birinci, kimilerinin ikinci, kimilerinin de sonuncu olduğu bir hiyerarşi doğuyor… O zaman Olimpik hale gelmiş her Uzakdoğu Dövüş Sanatına, “Uzakdoğu Dövüş Sporu” demek yerinde olacak… Her ne kadar bu dövüş sporları günümüzde olimpik hale gelerek evrenselleşse de bu onların ruhsal karakterini kaybetmesine, yarışma ve rekabet duyguları içinde, puanlamaların gölgesi altında özünü yitirmesine sebep oluyor. Bu karaktere bürünmüş çalışmalara artık “Dövüş Sanatı” diyemeyiz…
Dövüş Sanatı mı?
Sanat; yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi olarak “İnsan Yapımı” olanı ( İngilizce “Art” ya da Arapça “Suni”) yani “Yapay” olanı ifade ediyor. Sanatı, duyguların dışa vurumu ya da yaratıcı bir ifade olarak tanımlayanlar olsa da özellikle Rönesans döneminde amacın “dinsel duyguları uyandırmak” olduğu öne sürülmüş ve bir maneviyat ihtiva etmiş. Diğer yandan tamamen estetik ile bağlantılı olduğunu ve yaratıcı ifadenin bir ölçü kazanması gerektiğini söyleyenler de var.
Nasıl ki sanat; çizgi, şekil ve renk ilişkilerinin kendi arasındaki ölçülü ahengini ele alırsa dövüş sanatları da zihin, beden ve ruh bütünlüğü olarak bu üçlü arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Prensipler aynıdır ve tıpkı sanat eserleri gibi dövüş sanatları da bilginin intikali için bir araçtır. Önemli olan hangi Üstadın ona ne anlam verdiği ve insanın enerji ile bağını nasıl ifade ettiğidir. Eşyanın tabiatı gereği bu ifade şekli insanın hislerini ve sezgilerini harekete geçirir. Amaç ayırmak, ayrışmak değil “BİR OLMAK” ve bu “BİRLİK BİLİNCİ” ile “YARATICI” Enerjiyi hayata geçirmektir. Düşünce ve eylem birleşir… Bir Uzakdoğu Dövüş Sanatı ancak sanat olarak çalışıldığı takdirde “Savaş Sanatı” karakterini alabilir…
Savaş Sanatı mı?
Uzakdoğu Savaş Sanatları, her ne kadar savaş meydanlarında deneyim kazanmış, hayatta kalmış ve pek çok cana kıymış generaller vasıtasıyla doğsa da, bu onların “Ruhsal” bir niteliğe sahip yollar olduğu gerçeğini değiştirmez! Bunun birinci sebebi; bu ekolleri ortaya çıkaran o savaşçıların maneviyatla bir şekilde tanışmış olmasıdır… İkincisi de bu süreçte işin doğası gereği “Ölüm” düşüncesi üzerine derin bir kavrayış ve yaklaşım geliştirmeleridir. Bu içe dönüş; hasımla savaşmadan önce o “Yol”(Dao) da iç sorgulama, kendi sınırlarını görme ve dolayısıyla “Kendini Bilme” sürecini beraber getirmiş ve hasma karşı yapılan savaş, insanın kendine karşı savaşı olmuştur. “Savaş” kelimesini, başkalarını öldürmek ve yenmek olarak yani “Dışsal” olarak ta yorumlayabilirsiniz; insanın kendi kendisi ile savaşması ve kendisini yenmesi şeklinde “İçsel” olarak ta yorumlayabilirsiniz…Bu noktada “Savaş Sanatları” bir aydınlanma ve bilgelik yolu olarak ön plana çıkar ki esas olan da şahsımca budur!.. Bu savaş sanatları ekollerinin kurucuları, dışsal yoldan geçerek bu içsel kavrayışa ulaşmışlardır..Bir Şaolin Keşişi: “Savaş sanatları insan ömrünü kısaltmak için değil, uzatmak için vardır” der…O ömür ki bu aydınlanma yolunda o kişiye bahşedilmiştir ve kıymeti bilinmelidir !..
Harun M. Soydan