Jim Jarmusch’un 2013 yapımı “Only Lovers Left Alive” filmindeki tuhaf vampir çift, hayatlarını farklı kıtalarda sürdürüyordu ama ortak müzik ve edebiyat zevkleri onları birbirine bağlıyordu. Jarmusch’un hem yazıp hem yönettiği “Paterson” da temelde aynı film. Ancak bu sefer aşıklar, New Jersey’de birlikte yaşıyor ve çok farklı ilgi alanlarına sahipler. Yine de uysal, evcimen tarzlarıyla aynı derecede havalılar.
Şiir ve Zen Dolu Tatlı, Mahmur bir Hikâye: Jarmusch’un Paterson’u
Paterson, Jarmusch’un sevdiği şeylerin nostaljik bir şöleni gibi, siyah beyaz filmlerden Ohio Blue Tip kibrit kutularına ve Iggy Pop’a. Film büyüleyici ve tatlı olduğu kadar yavaş. Ancak bazı Jarmusch severler bile filmi sadece “şeylerin” bir almanağı olarak görebilir, sahnelenmekten ziyade salt kataloglanmış gibi.

Paterson (Adam Driver), Paterson’da bir otobüs şoförüdür. Karısı Laura (Golshifteh Farahani) tarafından hoşça kesintilere uğrayan düzenli bir hayat yaşamaktadır. Paterson’un günlük rutini iş, uyku, mahalle barında her gece bira içmek ve çiftin köpeği Marvin’i gezdirmektir. (Köpek, Cannes’da Palm Dog ödülünü kazanan Nellie’dir.)
Paterson’un günlük görevlerinden bir diğeri ise Laura’nın projelerini heyecanla dinlemektir. Dekorasyon, kıyafet tasarlamak, kek yapmak veya Country yıldızı olmak için gitar çalmayı öğrenmek gibi.
İsmini Petrarca’nın (ç.n. İtalyan hümanist ve şair) ilham perisinden alan Laura, çiftin sanatsal olanı gibi görünür. Ancak kocası da, William Carlos Williams ve Allen Ginsberg ekolünden bir şairdir. Otobüs şoförü, vardiyasına başlamayı beklerken veya molalarda basit dizeler yazar (şiirler, Ron Padgett tarafından yazılmıştır.)
Laura, sık sık Paterson’ın şiirlerini yayınlaması gerektiğini söyler. Ancak Paterson defter sayfalarının kopyalarını bile çıkaramaz ve bu da hikâyenin en büyük trajedisine yol açar.
Bu da göreceli. Paterson’da, yardımcı karakterlerden biri silah çekmiş olmasına rağmen, ciddi bir trajedi yaşanmaz. Hayat devam eder, en azından bir haftalığına ve her yıkıcı eylem yeniden doğuş için bir fırsat yaratır.
Eğer buna Zen diyeceksek, Paterson’ın yazarlık kariyeri Masatoshi Nagase tarafından canlandırılan bir Japon ziyaretçinin basit bir jestiyle yeniden başlar. Oyuncu, Jarmusch’un 1989 yapımı Mystery Train filminde Elvis’in ruhunu arayan bir hacı olarak görünmüştü; burada ise benzer bir arayışta olan bir yazar ve Williams’ın destansı şiiri “Paterson”ın Japonca çevirisini yanında taşıyor.
Köhne kentsel mekânlarıyla dengelenen Paterson, şiirsel düşler peşinde koşuyor. O Japon yazar bir tezahür olabilir, tıpkı Laura’nın ikizleri olacağını hayal ettiğini söylemesinin ardından Paterson’ın fark etmeye başladığı birçok ikiz gibi. (Ama belki de ikizler Paterson/Paterson ve Driver/Driver’dır.)
Paterson kenti, komedyen Lou Costello’nun doğum yeriydi ve ondan önce şelalesi nedeniyle Alexander Hamilton tarafından planlanan bir sanayi şehrine ilham olmuştu. Günümüzde, kalabalık bir Afro-Amerikan nüfusu var, bu nüfusu Jarmusch’un filminde Paterson’ın gittiği barda ve bir çamaşırhanede rap yaparken görülen Method Man temsil ediyor.
Paterson’ı siyahların takıldığı bir mekânda havalı beyaz adam yapmak biraz tuhaf. Ancak Jarmusch ütopik vizyonu konusunda samimi. Otobüs şoförünün memleketi; siyahiyi ve beyazı; eşcinsel ve heteroseksüeli; Amerikalı, İranlı ve Japonu bağrına basan ve birleştiren bir yer. Mütevazı Paterson sadece bir şairin sığınılacak limanı değil; mavi yakalının da cenneti aynı zamanda.