Bu zihin bir hayli ilginç bir konu. Zihin üzerine yapılan sayısız araştırma, deney, yazılan kitaplar, tezler, bu yolculukta kaybedilen akıllar, kazanılan bilgiler, unutulanlar, öğrenilenler, dipsiz kuyular… Hala uzayın derinliklerinden pek de farklı olmayan bu konunun neresinden tuttuğumuza dair bile az biraz fikrimiz var.
Peki elimizde ne var? Pazartesi spora ya da başka bir şeye başlamaya karar vermiş olmamız var mesela. Ama nedense bir şekilde hafta sonu yapılması gereken bir buluşma pazartesiye kaldı ve zaten her şey harala gürele başladı. Bu durumda bizim başlangıç haftaya kaldı. Karar verdiler ama hep ertelediler, sonunda da o güzel atlara binip gittiler…
Aslında bildiğimiz çok şey vardı. Mesela doğru bildiğimiz şeyler vardı. Ama hep ufak ufak ihanet etmedik mi o doğrulara. Kimselere ve bazen kendimize bile çaktırmadan, oldukça geçerli sebepler bularak. Doğrularımızı bulmak için yolumuza ışık tutan akıl, öbür yandan da kuyumuzu kazmayı hep başardı. Nasıl yaptı acaba bunu?
Bizim aklımız bu ara bir Aikidoka. (Aikido öğrencisi). Biz onunla beraber uzun uzun inceledik çoğu sanatı. Arada spora başladık. Bir iki savaş sanatı denedik. Kafamıza gözümüze vurdular, dayak yedik hoşumuza gitmedi. Çünkü biz, işinde gücünde medeni insanlarız. Kavga dövüş sevmeyiz. Sonra neyse ki birden karşımıza Aikido çıktı. Bir felsefesi vardı. Kesinlikle bir savunma sanatı idi. (ya da bize öyle dediler, pek emin değiliz). Daha önemlisi bir barış sanatı idi, yaşamla uyumun yoluydu. Direnmek ya da mücadele etmek yerine, öfkeye öfkeyle, saldırganlıkla cevap vermek yerine, filozofça bir tavır sergileyerek sakin kalıp çatışmaya çözüm bulmayı öğrenmekti amaç. Tam bize göreydi, akıl gerektiriyordu, birlikte çok eğlenecektik.
Hemen başladık derslere. Aklımız ve biz dizlerimizin üzerine çöküp dikkatimizi nefesimize vererek zihnimizi dinginleştirmeye çalıştık. Kendimizi derse hazırlıyorduk. Sonra bize bir takım teknikler göstermeye başladılar. Başta her şey yolundaydı. Çünkü durumu çözmeye çabaladığımız ilk zamanlarda zaten o kadar çok enerji tüketiyorduk ki başka bir şeyle uğraşacak vaktimiz kalmıyordu. Ama sonra bir şeyler oldu bize galiba.
Önce çok mantıklıydı sorularımız. İyi de adam bileğimi tutmazdı ki kavgada. Öyle nizamı vurmazsa, bir de öbür eliyle şöyle vurursa ne olacaktı? Sensei’ye öyle pata küte saldırınca her seferinde cevabını veriyordu. Ama bize gelince hep temel kuralların dışına çıkmamamızı ve prensiplere odaklanmamızı söylüyordu. Zaman ve doğru çalışmayla bu kabiliyetlerin hepsini geliştireceğimizi söylüyordu. Demek ki vardı bir bildiği, güvenmeyi seçmiştik.
Sonra o gün dersten önce kahvemizi içerken barıştan, uyumdan, dengeden söz etmiştik. Ne kadar ulvi, tam da aklımızın her kıvrımını doyuran bir konuşmaydı. Ama sonra derse girince çalıştığımız kişinin, bize kolunu öğrenmemiz için verdiğini unuttuk birden. Aslında öyle var gücümüzle yere basmak istememiştik. Ama ah o zihin yok mu hep başka şeylerin peşine düşmüştü. Dövüş salonları yerine burayı tercih etmiştik. Dövüşmek istememiştik.
Ama aslında kendi içimizde, biz ikimiz sürekli dövüşmeye devam ediyorduk.
Giderek nefesimizi, duruşumuzu, mesafemizi, dengemizi kaybedip, kendi kendimizi çatışmaya yönlendiriyorduk. Zihin başka yolculuklara çıkıyordu. Bunu yaptıkça da daha gergin, daha sert oluyorduk. Hayat zaten yeterince gergindi. Uyum aramak için gelmiştik ama yanımızda kendi çatışmamızı getirmiştik. Yok muydu bunun bir tedavisi?
Sensei neden düşmüyordu bu tuzaklara? Sert ve etkili teknikler yapabiliyor olmasına rağmen nasıl her zaman böyle güçlü bir kontrole sahip olabiliyordu? Diyordu ki teknik çalışırken düşündüğümüz şey, yaptığımız teknikten daha önemli. Derste sürekli zihnin neyin peşinde olduğunun farkında olmak, onu gözden kaçırmamak gerekiyordu. Birlikte bu yola çıkmaya karar verdiğimiz, ama bir taraftan da sürekli çatışmamıza sebep olan bu vahşi maymun eğitilene kadar onunla dikkatle ilgilenmek, söz dinlemeyi öğrenene kadar sabırla üzerinde çalışmak gerekiyordu. Temel teknik çalışması aslında saldırıyı savuşturmayı değil, zihni güçlü ve sarsılmaz hale getirmeyi amaçlıyordu. Zaten o zaman insanın kendini koruması da kolay oluyordu.
Keza O’Sensei Ueshiba’nın da dediği gibi; ruhumuz bizim gerçek kalkanımızdı.
Oğuzhan Yılmaz