Son yazıma baktım da yazmayalı 3 sene olmuş.. İçimdekilerin bazıları aynı bazıları değişmiş.. Bir şeylerin değiştiğinin farkındayım epeydir, hatta bir şeyler karalasam yine ucundan kıyısından diye çok düşündüm. Beni tekrar klavyenin başına oturtan ise yeni bir yazı.. Bahsim geçmiş içinde minicik. Bu hayatta hiç bir şey tesadüf değil. Bundan eminim.
Uzun bir süredir Aikido çalışıyorum. Bu sürenin çok büyük bir kısmını ise uke olmaya çalışarak geçirdim, hala da bu yönde çalışmaya devam ediyorum. Başlangıçta derdim biraz senseilere kendimi göstermekti açıkçası, ben çok yeniydim, onlar da başkalarını uke alıyorlardı haliyle. Zamanla düşmeyi ve tekniğe tepki verebilmeyi öğrendim, tabi ki gözlerinden kaçmadı ve derslerde onlara ukelik yapmaya başladım.
Başlangıcı böyle olmuş olsa da kısa sürede olaylara bakış açım değişti. Fark ettim ki uke olmadan nage olunmuyor. Sağlam ve akıcı tekniğe giden yol dürüst ve akıcı ukelikten geçiyor. Üstelik bir de gördüm ki senseilerin yaptığı ve benim ağzım açık izlediğim o kocaman, çok havalı görünen, inanılmaz tekniklerin ortaya çıkabilmesinin esas nedeni uke. Guy Hagen Sensei‘nin bir yazısını çevirmiştim geçenlerde, aynı şeyden bahsettiğini görünce çok etkilendim. Demek ki doğru yoldayım.
Ukelik iyi, güzel, hoş, zor… da hayatın sonuna kadar uke olarak kalınamıyormuş. Oysa ki ben dojoda senpai olarak çok mutluydum. Olmam gereken yerde durduğumdan emindim. Dojodayken kendimi oraya ait hissediyordum ve benim aitliğim içinde, bulunduğum nokta da bana aitti. Bulunduğum nokta veya seviyedeki tek kişi olmaktan bahsetmiyorum, nitekim öyle değilim de zaten. Demem o ki bu bir ego meselesi değil, ait hissetme meselesi. Bu his o kadar güçlüydü ki.. ne var ki bunun benim dışımdakiler tarafından da hissedilebilecek derecede olduğunu fark etmemiştim. Ben, dojonun senpai’lerinden biriydim ve yerim kesinlikle doğruydu. Gittiğim seminerlerde, tanıştığım insanlara karşı hep Fudoshin Dojo’nun bir senpai’siydim. Görevim Sensei’nin teknik göstermesine yardımcı olmak ve sonra da dojoda herkesle birlikte gösterilen şeyi çalışmaktı.
Ta ki Senseilerimden biri şehir dışına taşınmaya karar verene kadar…
Okulda da öğrenci olmaktan çıkıp asistan olarak derslere girmeye başladığım döneme denk gelmesinin de etkisiyledir sanırım, hayatımda bu kadar büyük bocaladığım başka dönem varsa bile az sayıdadır. Sudan çıkmış balığa döndüm desem yeridir.
Sürekli dojoda olan Sensei’m gitmişti. Aslında iki kişiydiler ama bir tanesi sürekli dojodaydı. Eh, diğer Sensei’min dojoya daha az gelebilmesine neden olan sebepler değişmemişti ki. Haliyle şöyle bir anlaşmaya vardık; Sensei’m gelemediği durumlarda dersi ben verecektim. İlk defa mıydı? Hayır. Daha önce de hem çocuk hem yetişkin derslerine girdiğim olmuştu. Ama bu sefer farklıydı. Neden? Bilmiyorum. Öncekilerde ne çalışmamız gerektiğini konuşmuş olurduk, derste de o doğrultuda çalışırdık. Bu defa ders benimdi. Sensei hiçbir şey söylememişti. Ee, ne yapacaktık?
Farklardan bir tanesi de artık siyah kemer olmamdı. Temel teknikleri öğrenmiş olduğumu sınavımı izleyen herkese göstermiştim. Keşke kötü sınav çıkarsaydım da bana siyah kemer vermeselerdi diye düşündüğüm bile oldu. Oysa ki o sınavdan çıktığımda ve insanlar bana “güzel sınavdı” dediklerinde ne kadar gururlanmıştım. Sensei’lerimin bana dersi bırakabilmelerinin temel nedenlerinden biri de tekniklerimi ve nasıl çalıştığımı biliyor olmalarıydı.
Başlarda derse girdiğimde ne çalışmak istersiniz diye soruyordum. Şansıma, yaklaşan bir sınav vardı ve herkes doğal olarak sınava yönelik çalışmak istiyordu. Tamam, böylesi güzel. Hem silah hem el tekniği çalıştık, çalışma kısmında sıkıntı yoktu da bende bir sıkıntı vardı ve çözememiştim. Sonradan anladım. Sensei dersteyken dojodaki senpai sözlü veya sözsüz olarak bir düzen sağlar. Kendim dahil herkese söylediğim gibi, bu düzeni sağlamak Sensei’nin görevi değildir, senpailerin sorumluluğudur. Ama dojoda bir Sensei yoktu. Benim de kendimi öyle görmediğim o kadar aşikardı ki ders daha ziyade sohbet muhabbet havasında geçiyordu. Çünkü ben kendimi ders verebilecek konumda görmüyordum. Benim yerim orası değildi.
Zamanla dedim ki bu iş böyle olmayacak. Birlikte çalıştığım insanlar dersin bana kalmasını hiç tuhaf karşılamadılar, ders yapıyoruz, sınava çalışıyoruz, hiç sorun yok. Ama dedim ya, sıkıntı bende. Huzursuzum. Derslerin öyle geçmemesi gerektiğini bildiğim için huzursuzum. Ben kendimi nerede görürsem göreyim Sensei’lerim bana ders bırakacak kadar güvenebiliyorsa bildikleri bir şey vardır, bunu bildiğim için huzursuzum. Benim değişim istemeyen egoma karşı onlar bazı şeylerin zamanının geldiğini düşündüler; belli ki bunun farkında olduğum için huzursuzum. Dojoda değişen bir şey yok, değişen tek şey benim, bunu bildiğim ancak asla kabullenmek istemediğim için huzursuzum.
Yavaş yavaş kabullendim, önce Sensei’nin geri dönmeyeceğini, sonra diğer Sensei’min sürekli dojoda olamayacağını, sonra doğal olarak o olamadığında dersi benim vermem gerektiğini. Şimdi bir seneyi geçti. Dersin bana kalmasından çekinmiyorum artık. Çünkü fark ettim ki ders vermek beni bir anda Sensei yapmayacak. “Sensei” zaten benim kendi kafamda bile yıllardır başlı başına bir kavram. Teknik gösterip “elini şuraya koy, adımını şuraya at” demekten çok öte bir şey. O hale gelmeme daha çok var, bu benim açımdan çok kolay kabul edilebilir bir durum. Benim görevim insanlara Aikido’nun temel taşlarını göstermek. Temel teknik, kalıp, tekniğin neye benzemesi gerektiği vs. Olaya farklı yönleriyle yaklaşmayı, kafa karıştırmayı olduğu gibi Sensei’me bıraktım, çok rahatım. O kısmı üzerinde ben kendim çalışıyorum, kendimde oturtamadığım şeyi bir başkasının anlamasını sağlayamam.
Böyle olunca aslında hala aynı şeyi yapıyorum, en iyi bildiğim şeyi, insanların teknik çalışmasına yardım ediyorum. Yine karşılıklı çalışıyoruz, yine hem nagelik hem ukelik yapıyorum. Tek fark bu sefer Sensei yok, tekniği gösteren benim. Daha oturtmam gereken çok şey var tabi, mesela derslerde çok konuşuyorum. Kendime zaman tanımaya karar verdim. Düzelecek zamanla, inanıyorum..
Yine bu üç yıl içinde fark ettiğim bir değişiklik de Aikido’mla ilgili. Sensei başka bir şehre taşınıp orada bir dojo kurduktan sonra bir kaç defa beni derse katılmam için çağırdı. Bana da iyi geliyor hem onu görmek hem yeni insanlarla tanışmak, hem de biraz uzaklaşmak.. Oradaki öğrencilerin bir kısmı eski olsa da çoğu yeni, e biz de 10 senedir birlikte çalışıyoruz, teknik gösteriyor benimle. Hoop, geri döndüm ait olduğum yere, yaşasın!.. derken fark ettim ki tek amaç teknik göstermek değilmiş. Olayın ilerleyen zamanda nereye geleceğini göstermek varmış işin içinde. Biraz bir kız çocuğu olarak, biraz da iki Sensei’nin elinde büyümüş ve onlar tarafından sıfırdan yetiştirilmiş bir öğrenci olarak.
Bir Senpai Olmak…
Senpai , Sensei ve alt kuşaklar (kohai) arasında köprü vazifesi görür. Yolun farklı yerlerinde olan insanların bulunduğu bir dojo her zaman daha hızlı ilerler. Yeni gelenler de yolun farklı noktalarını deneyimleyen insanları görme şansı bulurlar. O yüzden senpailerin dojodaki konumu, tavır ve davranışları önemlidir. Ben düzeni eskiden konuşarak anlatmaya çalışırdım, zamanla gördüm ki konuşmama gerek yokmuş. Şimdi daha az konuşuyorum, daha ziyade yaptıklarım almaya açık olan insanlara örnek oluyor. Bunu en çok yeni bir dojoya gittiğimde fark ediyorum, özellikle de minderde yeni insanlarla tanıştığımda. Nasıl senpai olunacağını öğrendim, zamanla içselleştirdim. Şimdi yolun ilerisine bakma, yeni bir hedef koyma zamanı.
Başta bahsettiğim yazı, bu söylediğimin farkına biraz daha varmamı sağladı. Evet hala ukelik yapıyorum, yapmaktan da çok keyif alıyorum. Hala insanlarla karşılıklı teknik çalışıyorum ve dokunduğum herkesten yeni bir şey öğreniyorum. Ama o yazı sayesinde gördüm ki benim dojodaki hareketlerim diğerlerine ulaşıyor. Fark ettim ki gerçekten “benim Aikido’m” şekillenmeye başlamış ve insanlar bana dokununca bunu hissediyor. Fark ettim ki diğer insanlara örnek olabilecek, bir şeyleri anlamalarını bir nebze olsun kolaylaştırabilecek hale gelmişim. İnsanlar artık benimle çalışmak istiyor ve Sensei’m her zamanki gibi benden çok daha önceden beri bunun farkında..
Kim bilir ne zamandır bu böyleydi de benim farkındalığımın oluşması için böyle gözüme sokulması gerekiyordu..
Değişim zor, kabullenmek zor, farkındalık zor (fark etmeyi yazı boyunca çok kullandım biliyorum ama farkındalık her ne kadar acıtarak oluşsa da merkezi oluşturan o, o olmadan olmuyor, yapacak bir şey yok) ama değişebildiğini, başa çıkabildiğini görmek, insanlara dokununca artık teknik çalışmaktan başka bir şeyler daha verebildiğini farketmek inanılmaz.
Dojoda hep kendime bakarım; duruşuma, nefesime, tekniğime… Ama çok uzun süredir, belki de hiç, kendime yeni başlayan birinin gözünden bakmamıştım.
Evet siyah kemerim, evet temel tekniği biliyorum, evet insanların Aikido’nun bazı noktalarını anlamasına yardımcı olabilirim ve evet kendi Aikido’mu aramaya başlamışım.
Bu arayışta bana yardımcı olan herkese en içten teşekkürlerimle…