Robert Oppenheimer, 16 Temmuz 1945’te ilk nükleer silah patlamasına tanıklık ederken, zihninde Bhagavat Gita’dan bir bölüm dolanıyordu: “Şimdi ben Ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.” Bhagavad-Gita, Yogik metinlerin en önemlilerindendir.
Bknz: Yoga’nın Tarihsel Akışı. Bhagavat’ın anlamı: mutlak, ilahi olandır. Gita: şarkılar anlamındadır. Bhagavat Gita: İlahinin veya Tanrı’nın şarkısı olarak çevrilebilir.
Burada kastedilen Tanrı Krishna’dır. Şarkı söylemek, sadece Öz’de ikamet eden bir zihnin mutluluk ifadesidir. Krishna arzularından özgürleşip Öz’üne olan yolculuğunda Arjuna’ya rehberlik eder. Hikaye savaş arenasında başlar. Arjuna, arkadaşları ve akrabalarından oluşan bir orduyla karşı karşıya kalmış durumdadır. Diğer yandan, dharma tehlike altındadır ve Arjuna’nın bir savaşçı olarak sorumlulukları vardır. Fakat savaşmak istemediği için de kederlidir. Krishna, ona yol gösterir. Kendi varoluşunun hakkını verip, Öz’ünün şarkısını söylemesi için onunla konuşmalar yapar. Dharma için vereceği savaş, sevdiklerinin ölümüne sebep olabilecekken nasıl savaşına devam edebilirdi ki? Krishna, ona büyük resmin idraki için anlattıkça Arjuna, bu hayattaki yerini daha iyi anlar hale gelmeye başlar. Krishna’nın sözlerinden birisi “Tanrının ihtişamı, gökyüzünü bir anda kaplayacak binlerce güneşe eşdeğer bir ışıltıya benzerdi.
Oppenheimer, New Mexico çölündeki patlamalarda aklına gelen de bu söz olmuş:
“Tanrının ihtişamı, gökyüzünü bir anda kaplayacak binlerce güneşe eşdeğer bir ışıltıya benzerdi”
O görkemli, şiddetli patlamaya kendisinin sebep olduğunu farketmiş olsa gerek ki ardından farklı bir bölümden bir parça gelmiş:
“Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi”

İngilizce okuyucular için Oppenheimer üzerine bir makale:
https://www.nationalreview.com/2023/07/oppenheimer-had-nothing-to-be-ashamed-of/
Hint metinlerinde zaman döngüseldir. Tanrı sadece yaratılıştan değil, kıyametten de sorumludur. Aslında buradaki ‘ölüm’, Sanskrit dilinden birebir çevrildiğinde ‘dünyayı yok eden zaman’ anlamını taşıyor. [1]
Filmde altı çizilmiş bir başka kişi olan Prometheus ise, ateşi tanrılardan çalarak insana vermiş, bu sayede insanlık doğaya egemen olma gücüne sahip olmuştur. Tanrılar, bu sebepten dolayı Prometheus’u kayalara zincirleyerek, onu sonsuz bir zulme ve işkenceye mahkum bırakmışlardır. Prometheus’un, yaptığının sonuçlarına katlanma konusundaki direnci, onun mitolojide son derece sevilen bir figüre dönüşmesini sağlamıştır. [2]
Yok edici deyince benim de aklıma Clarissa Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar Kitabı’nda geçen Mavi Sakal masalı geldi. Şöyle diyor Estes:
“Eni konu çıldırmış olan ve hiç düşünmeden bir yıkımı gerçekleştiren bu içsel varlıklarla ne yapacağız? Bunlara bile bir yer verilmelidir, bu içinde zapturapt altına alındıkları bir yer dahi olsa. Özellikle de, bir varlık, psişedeki en aldatıcı ve en ele avuca sığmaz varlık, yakından izlememizi ve denetim altında tutmamızı gerektirir. Bu varlık, doğal yok edicidir.”
Her birimizin bu özelliği var: Ele avuca sığmayan, yıkıcı. Ve bu hayatta her birimizin yeri var. En kötümüz bile nefes alıyor. Peki onlarla ne yapacağız? Oppenheimer mesela Nazilerin yok ediciliği karşısında onlar harekete geçmeden onları yok etmek istemiş. Yok edicinin yok edicisi olmak istemiş. Gel gör ki hayatta herkes başlı başına bir yok edici olduğundan buhranı da büyük olmuş. Çevresindeki insanların, hatrı sayılan burnu büyük zenginlerin, politikacıların kendi dünyaları…
“İnsan acılarının çoğunun nedeni, özensiz bir yetiştirilmeye bağlanabilirse de, psişe elbette, doğuştan gelen bir contra naturam, yani doğaya karşı bir kuvvet barındırır. Bu contra naturam boyutu, olumlu olanın karşısındadır. O, içimize doğan, yıpratıcı ve öldürücü bir muhaliftir; en iyi ana-baba bakımının olduğu durumlarda bile, işgalcinin biricik gayesi, bütün kavşakları çıkmaz yola dönüştürmektir. Bu yok edici zalim hükümdar, kadınların düşlerinde tekrar tekrar ortaya çıkar. Onların en ruhani ve anlamlı planlarının ortasında beliriverir. Kadını sezgisel doğasından koparır. Tırpanlama işi bittiğinde kadın kendini, duygularının öldüğü ve hayatını sürdüremeyecek kadar zayıf düştüğü hissinden kurtaramaz. Kadının düşünce ve düşleri canlılıklarını yitirmiş bir halde ayaklarının dibinde boylu boyunca uzanır. Mavi Sakal öyküsü böyle bir konu üzerinedir. Mavisakal benzeri güçleri tam olarak kavramak zordur, çünkü o doğuştandır, yani doğumdan itibaren bütün insanların içinde bulunur ve bu anlamda bilinçli kökeni yoktur.”
Clarissa P. Estes
Jung bir keresinde, insanlar bilinçlendikçe, Tanrının da daha bilinçli hale geldiğini söylemişti. İnsanların kendi kişisel iblislerini gün ışığına çıkmaya zorladıklarında, Tanrının karanlık yanına ışık tuttuklarını düşünüyordu. [4]
Oppenheimer’ın bombası patladığında Tanrı’nın şarkısını hatırlaması da bundan olsa gerek..
Sevgi Sözügeçer
Kaynak :
[1]https://www.bosayna.com/yoga-nin-tarihsel-akisi
[2]https://aposto.com/s/simdi-ben-olum-oldum-dunyalarin-yok-edicisi-oppenheimer-kimdir
[3]https://www.soylentidergi.com/oppenheimer-dunya-bugunu-hatirlayacak/
[4] Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar, Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler, Ayrıntı Yayınları, 7. Baskı, s. 51-86
Kapak fotoğrafı : Wendelin Jacober – Pexels