Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Papalagi ve Halleri

Bedenimizin sınırları nerede başlar? Kıyafetlerimiz, yaşam alanlarımız, hareket mekanlarımız, maddi varlıklarımız, akıllı aletlerimiz ve ismimizden önce gelen işlerimiz bu sınırları ne kadar etkiler ve belirler? 

Bedenle çalışan, hatta bunu birlik yaratma söylemi üzerinden yapıp da fiziksel yapıyı her şeyin üstüne koyan modern insan hallerine pek çok açıdan yeniden bakma şansı sunan “Göğü Delen Adam” kitabıyla sizleri tanıştırmak isterim. 


Doğaya dönmeyi ama mevcut şartlarını korumayı, sürdürülebilir olmayı ama konfor alanında kalmayı istemeyen kim var? Bedenini belli şekillere sokarak arınmak, şefkatle, şükranla, güzel sözlerle dünyaya barış getirmek mümkün mü? Kendimize dürüst olmayı bir an denesek… ya da şimdilik sadece dış bir göz yardımı ile mevcut olana bakmayı deneyebiliriz. 

Papalagi ya da anlayacağımız dilde “göğü delen adam” Samoa yerlisinin uzaktan gelen, misyonerleri taşıyan yelkenliyi bir delik olarak algılamasından gelir. Kendi topraklarında doğayla uyumlu yaşayan yerli, bu delikten gelen beyaz adamı Papalagi olarak anar. Kitaba da ismini veren “Göğü delen adam” deyişi; bugün kendi insanlığımıza baktığımızda da anlamlı tınlamakta.

Erich Scheurmann tarafından 1920 yılında yazılan kitap bir Samoa yerlisinin Avrupa deneyiminin aktarımıdır. Bir Samoa kabile reisi olan Tuavii’nin; kendi yerli dilinde yazdığı metnin aktarıldığı kitabın satırlarından, bir “uyumlu uyumsuz”un gözlemlerinden bana gelenleri paylaşacağım. 

Örtüler ve kılıflar

“Gövde, kol ve bacaklar ettir. Ancak boyundan yukarısı gerçek insandır.”

“Ayağınıza böyle dar ve ağır kılıflar giymeniz doğru değil. Gecenin çiyi otları kapladığı sürece yalınayak dolaşın. Böylece bütün illetlerden kurtulursunuz.” 

“Gerçek mutluluğa karşı sağırdır ve bu utancını saklaması için kat kat örtünmesi gerekir. “

İnsan bedeni kendi içinde dengeleri bozulsa da yeniden kurabilecek bir yapı. Buna rağmen çoğu zaman bedenimizi dinlemeden hareket ederiz. Bedenin zekasını sadece kafamızın içinde sanıyorsak belki bir adım geri atıp da doğanın düzeni gözlemlemeyi deneyebiliriz. Ağaçların, mantarların zekası bağlantıda olmaya ve iletişime bağlı. Bir yerde yangın çıkıyorsa inanın çok uzaklardaki ağaçların bundan haberi var. Yanan ağaçlar da zaten tohumlarını ona göre örgütlüyorlar ve gerekli koşulları bulduğunda filizleniveriyor yavruları. Ayaklarımızı yere basmadıkça, güzelliği kumaşlar ve boyalardan bekledikçe, kendi bedenimizi başka bedenlere benzetmek için düzeltmeye çalışıp yıprattıkça temastan korkan, bedenimizi esir alan kendimiz olduk. İçerde ve dışarda olanı dinlemeyi öğrenmek için fazla uzağa bakmaya, eğitimlere sertifikalara değil mevcut yapıyı gözlemlemeyi hatırlamaya ihtiyacımız var.

Taş kutular, yarıklar ve adalar

“Bu taş kutular, omuz omuza duran insanlar gibi birçoğu birarada durur, aralarında ne bir ağaç ne de bir çalılık vardır onları ayıran…Bir taş atımı uzakta yine omuz omuza vermiş duran çok sayıda taş kutu vardır…. Bu iki sıranın arasında Papalagi’nin “cadde” dediği bir yarık vardır. Sert taşlarla kaptı bu yarık, çoğu kez bir ırmak kadar uzundur… İnsan bu taş yarıkların içinde bir orman ya da büyücek bir gökyüzü parçası bulana dek günlerce aranmak zorunda kalabilir. “

Barınma insanın varoluşuna dair en temel ihtiyaçlardan biridir. Nasıl ve nerede barınamayacağımıza karar verebilmekten çok uzakta doğduk. Belki bir apartman penceresiydi ilk gökyüzüne baktığımız yer. Yağmur yağdığında kaçmayı, hava soğuduğunda içeriyi sıcak bir yaz mevsimi yapıp, yazın da piştiğimiz bu yapıları soğutmak için dışarıyı ısıtmayı en iyi kim bilir? Barındığımız yerleri bir yaşam alanı olarak sürdürmek, çevreyle denge ve uyum içinde yaşamak modern insan için bir detaydı. Belki şimdilerde “sürdürülebilirlik, eko, yeşil yapılar” terimleriyle güzel bir kılıf uydurdu insan evladı. Uyumlu uyumsuz Samoe yerlisi yukardaki gibi haykırsa da biz sınırlı kaynakları sömürmeyi en iyi bildik. Sınırları ne zaman aştık? Yoksa zaten yokuş aşağı düşmekte miyiz? Yaşam alanlarımızı “doğaya yaklaştırmak” isterken ne kadar doğaya yaklaşıyoruz? 

Metal ve kağıt

“Çünkü beyaz adamın gerçek tanrısı, kendisinin “para” adını taktığı yuvarlak metal ve ağır kağıttan başka bir şey değildir.” 

“Avrupa’da para vermeden herkesin yararlanabileceği tek bir şey buldum: Hava. Havanın da yalnızca unutulduğu için parasız olduğunu sanıyorum. “

Her şeye değer biçip değersizleştiğimiz zamanlardayız. Soluduğumuz havayı dahi arayacağımız günlere yaklaşıyoruz. İhtiyacımızın ötesinde sahip olmak ve daha fazlasını biriktirmenin en kolay yolu, kağıt ve metal parçalarını kasalarda, sanal ortamlarda saklamak. Karşılıklı ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimiz, birbirimizle takas edecek değerlerimiz olduğunu hatırlar mısınız? Belki de tam bu değersizlik bulutları üzerimizde iken öz değerlerimizi hatırlatmak ve hatırlatmak zamanı. 

Şeyler

“Eğer insan çok fazla “şey”e gereksinim duyuyorsa bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir…. Papalagi yoksuldur, çünkü o tam bir “şey” düşkünüdür, “şey”leri olmadan yaşayamaz.

Kaç parça eşyam var diye saymaya kalksak, 3 ya da 4 haneli sayılara ulaşmamız muhtemel. Metal ve kağıt gibi, şeyler de birikmeye, kullanılmadan çürümeye mahkum. Samoe yerlisinin anlam veremediği “düşkünlük” indirim furyalarıyla evlerimize, yaşam alanlarımıza dolmaya devam ettikçe nasıl kendimize ve parçası olduğumuz doğaya alan açabiliriz. Sadeleşmek, eksilmek, azla yetinebilmek bir fikir ve yakın gelecekte bir zaruriyet olur kim bilir. 

Zaman

“Güneşin doğuşuyla batışı arasında kullanmadığı hiçbir zaman kalmasa da yine de yetmez Papalagi’ye.” 

Günleri 48 saat, haftayı 15 gün yapsak da yetmiyor şu nankör zaman. Metal ve kağıtlar gibi, şeyler gibi üst üste biniyor meşgaleler. Yavaşlamayı, duraksamayı öğrenmeye, deneyimlemeye çalışıyor, geçmişin kadim bilgilerini şimdiye uyarlamaya çalışıyorsak tam da bu yüzden. Zamanı ne durdurabilir, ne de genişletebiliriz, ancak sadeleşme ve yeteri kadarını idrak edebilme ile ancak zamanla kavga etmeyi bırakabiliriz. 

Tanrı ve ötesi

“Bizim dilimizde “Lau” benim demektir, ama aynı zamanda senin demektir. Oysa Papalagi’nin dilinde bu senin ve benim gibi aynı anlama gelen tek bir söz bile yoktur.

Palmiye olgunlaşınca yapraklarını ve meyvelerini döker. Papalagi ise, yapraklarını ve meyvelerini dökmek istemeyen bir palmiye gibi yaşar… Peki o zaman palmiye yeni meyveleri nasıl taşıyacak? 

Hep bir akışa bırakıyor ama aslında onu da kelimelerde bırakıyoruz. Sahip olmayı seviyor,  bırakma halini de göklere çıkarıyoruz. Çok büyük cümlelerle daha fazlasını taşımak yerine mevcut olanla yaşamak taze ve yeni olanı da mümkün kılar. Üstadın yukarda dediği gibi, meyveler ancak düşüp de ağaç kendini yenilediğinde yeniden oluşur, üzerinde sonsuza kadar taşıdığında değil. 

Makineler

Papalagi’nin en güçlü balyozudur makine. Ormanın en sert, en iri ağacını ver, makinen eli, yavrusuna kulkas meyvesi toplayan bir ana gibi unufak eder gövdesini. 

“Makinelerinin hemen hepsi, onu hedefe daha hızlı götürmeye yarar. Ama bir kez hedefe vardı mı, yeni hedefler çağırır onu bu kez. Böylece Papalagi, yaşamı boyunca durup dinlenmeksizin koşturur durur. Yürümeyi, adım atmayı unutur, aramadan gelip bizi buluveren hedeflere doğru ilerlemenin mutluluğunu tadamaz. “

Zamanı genişletemezsek, zamanda hızlanırız. Hızlandıkça bedenimizi götürürüz, zihin de ruh da aceleye alışır, can hıraş gelir. Zamanın yetmeyişi tam da bu bizi hızlandıran ve tembelleştiren araçlar sayesindedir. Hızlandıkça daha fazlasını ister, hedefe odaklandıkça süreci kaçırır ve zamanın da, bedenin de (her boyutuyla) olanın da farkına varamayabiliriz. Günümüzde “an”a geri dönmek için sabah-akşam belli vakitlerde özel bir çaba gösterir çalışırız. Oysa gün içinde bunu her an uygulayabilsek zaten her şey kolaylaşır ve sadeleşir. 

Düşünceler

“Gelgelelim Papalagi, öylesine çok düşünüyor ki, onun için düşünmek bir alışkanlık, bir gereksinim, neredeyse bir zorunluluk halini almış. Ha babam düşünmek zorunda. Düşünmeden, bütün organlarıyla birlikte yaşamayı beceremiyor artık. Bütün duyuları derin uykulardayken, neredeyse hep kafasıyla yaşıyor yalnızca. “

“Diyelim ki güneş pırıl pırıl parlıyor, “Güneş ne güzel parlıyor” diye düşünmeye başlar o an. Ama bu yanlıştır işte… Akıllı bir Samoalı güneşin sıcak ışıkları altında kollarını, bacaklarını gevşetir ve hiçbir şey düşünmez. Güneşi bir tek kafasıyla duymaz, elleriyle, ayaklarıyla, bacaklarıyla, karnıyla, bütün organlarıyla hisseder. “

Ve belki de en özünde Papalagi’nin ayrıştıra ayrıştıra yücelttiği “düşünme” hali esas kaynaktır. Düşünmeden hareket edemez, düşünmeden dinlenemez ya da düşünmeden hissedemez olmuştur. Bedenin duyduğunu, gördüğünü, tattığını hatırlamak, ayaklarını soktuğu kap gibi yaşadıklarını da olduğu haliyle algılamaktan uzaklaştırıp bir düşünce kalıbı içine sıkıştırır. Sadece yürümeyi, sadece yemeyi, ya da sadece uzanıp da gökyüzüne bakmayı hatırlamakdır belki bugün bize tek gereken. 

Yağmur Kutlar


Yağmur Kutlar

2011 yılından bu yana Yoga pratiğini sürdürmekte, farklı beden çalışmalarından beslenirken, çocuklar ve yetişkinlerle hareket odaklı paylaşımlar yapmaktadır. “Sade bir yaşam” arayışıyla yola düşüp farklı topluluklarla yaşamayı ve birlikte üretmeyi deneyimledikten sonra şu anda Küçükkuyu-Edremit arasında salınmaktadır. Kendi kendine yazarken Boş Ayna Dergi’yle karşılaşmış, hareket araştırırken İda Dojo’ya düşmüş ve bir parçası oluvermiştir. Okumaya, paylaşmaya, hareket içinde araştırmaya devam ederken “birlikte yapmanın” peşindedir.

Bir yorum bırakın

0/100

Total
0
Share